
Gazete Sayfalarından Beyaz Perdeye: Vurun Kahpeye
1923 yılında Akşam gazetesinde bölümler halinde yayınlandıktan sonra 1926 yılında ilk baskısı yapılan “Vurun Kahpeye”, günümüze defalarca baskı yaptı, elden ele dolaştı okundu. Dönemi açısından oldukça önemli konuları işleyen kitap, bugün yazarın en önemli eserleri arasında sayılmakla beraber Türk edebiyatı içinde de önemli bir yere sahiptir. Halide Edip Adıvar’ın bu şöhretli romanının yapımcı ve yönetmenlerin ilgisini çekmemesi düşünülemezdi. Nitekim yıl 1949 olduğunda Ömer Lütfi Akad, ilk filmini yapmaya hazırlandığında, bu dikkat çekici romanı seçiyor kendisine. 1964 yılında Orhan Aksoy, 1973 yılında ise Halit Refiğ tarafından kitabın uyarlaması yeniden yapılacak ve böylece Türk sinemasında ayrıcalıklı bir yere sahip olacaktır.
“Toprağınız toprağım, eviniz evim; burası için, bu diyarın çocukları için bir ana, bir ışık olacağım ve hiçbir şeyden korkmayacağım; vallahi ve billahi!”

Vurun Kahpeye (1949)
Yönetmen: Ömer Lütfi Akad
Vurun Kahpeye kitabının ilk uyarlaması 1949 yılında Ömer Lütfi Akad tarafından yapılmıştır. Film, Akad’ın yönettiği ilk film olma özelliği de taşımaktadır. Kitabını okumadığım için film ile kitabı karşılaştırma yapma şansına sahip değilim. Zaten senaryo itibariyle pek okuyabileceğim bir hikâyesi yok…
Filmi izlerken ilk dikkatimi çeken oyunculuğun ciddi anlamda kötü olmasıdır. Film olarak ortaya çıkartılan ürün sinema ile tiyatro arasında bir yerde kalmış ve ne sinema tadı taşıyor ne de tiyatro. Bu bağlamda tatsız tuzsuz bir şey çıkmış ortaya. Yönetmenin de oyunculardan geri kalır yanı yok. İlk film olduğu için belki görmezden gelinebilir fakat nice ilk filmler var ki, onları anımsayınca bu hatalar gözlerimi ağrıtıyor. Kurgu anlamında ziyan olmuş, oyunculuk ciddi anlamda yetersiz kalmış. Ortam ve kostüm konusunda da iyi bir film diyemiyorum. Peki, neyi iyi yapmış film? Sinema namına iyi hiçbir şey göremiyorum ancak propaganda aracı olarak güzel göndermelere sahip olduğu gözden kaçmıyor. Örneğin Tosun Bey ile hoca hanım arasında ki konuşmaya bakalım. Hoca hanım Aliye Hocayı kötülemeye çalışınca Tosun Bey çok tanıdık bir savunma geliştiriyor: “Hoca hanım, namus kadının yüzünü açıp kapamasında değil. Öyle kapalı kadınlar vardır ki her türlü rezaleti yaparlar.” 1923 yılında yazılmış bir romanın 1949 yılında perde de yansımasından aldığım bu cümle, yıl 2017 olmuşken herhangi bir yerde söylenebilir bir sözdür değil mi? Ve hatta bu sözü haklı çıkartacak birçok insan da tanıyorsunuzdur. Fakat bu uyduruk savunma neyi haklı kılar? Neyse, bu kısma daha fazla yorum gerekmez.
Bir başka siyasi gönderme ise istiklal mahkemelerinin temize çıkartılması şeklinde yapılmış. Filmin son sahnelerinde iki kötü karakterde adil (?) istiklal mahkemelerinde yargılanmış ve hak ettikleri cezayı bulmuşlardır. Zaten istiklal mahkemeleri bu yüce adalet için vardır(!) Kötü karakter Hacı Fettah’ın neden İskilipli Atıf Hocaya benzediğini anlamak gerçekten çok zor!
Son bir göndermeden daha bahis açarak mevzuyu tamamlayayım. Ancak bu gönderme oldukça başarılı ve derin. Filmin kötü karakteri Hacı Fettah anlaşıldığı kadarıyla medrese tabanlı bir hocadır ve tabi ki kötüdür. Ancak tasavvuf ayini olduğunu tahmin ettiğim bir sahnede (ney, tespih, şeyh gibi tasavvufi ögeler kullanılan sahne) şeyh olduğunu zannettiğim ve film boyunca sadece bu karede gördüğümüz sakallı iyiler tarafında yer alıyor. Böylece genç cumhuriyetin kökünü kazıdığı medreseler bir kez daha kötülenirken, kapatılmış ve yasaklanmış gibi yapılıp merdiven altına inmesi sağlanan tasavvuf temize çıkartılıyor. Gerçekte hangisinin kötü olduğu bahsi bu yazının mevzu değildir.
Vurun Kahpeye romanı, yeni bir yönetmen için iyi bir senaryo sunuyor olmasına rağmen art niyetli bulduğum siyasi göndermeleri, kötü oyunculuk ve kötü yönetimle bence sınıfta kalmıştır. Şimdi gelelim kitabın ikinci yorumuna…

Vurun Kahpeye (1964)
Yönetmen: Orhan Aksoy
Sinemanın deneysel gelişimini tamamlamasından sonraki her dönemde yeniden çevrim filmleri yapımcıların gözdesi olmuştur. Çünkü tahmin edilebilir bir izlenme oranına sahiptirler. Zaten belli bir başarı yakalamış bir filmi yıldızlarla yeniden çevirir ve gişeden gelecek başarıyı beklemeye koyulursunuz. Halide Edip Adıvar’ın propaganda odaklı şöhretli romanı işte bu nedenle ikinci kez beyaz perdede boy gösterebildi. Yönetmen koltuğunda bu defa Orhan Aksoy oturmaktadır. Aksoy bir sonra ki yeniden çevrimde de senaryo yazarı olarak karşımıza çıkacak.
İşin doğrusu gerek yeniden çevrim olması gerekse ilk filmden 15 yıl sonra çevrilmiş olması göz önünde bulundurulduğunda seyir zevki yüksek bir film hayal ediyor insan ancak pek umduğumu bulamadım. Sinemanın artık ciddi anlamda ilerlemiş olması gereken bir tarihte hala tiyatro ile sinema arasında sıkışmış bir yönetmenlik sergileniyor. Evet, oyuncular büyük ölçüde sinemaya alışmış olduklarını gösterebiliyorlar. Özellikle Ali Şen tam da şöhretine yaraşır bir oyunculuk sergiliyor. Her sahnesinde filmin önüne geçen bir duruşu olduğunu kabul etmek gerek. Üç Hacı Fettah içinde rolün hakkını en iyi veren oyuncu açık ara Ali Şen gibi görünüyor. Ancak yönetmen için aynı şeyi söylemek mümkün değil. Sinemada, düşmanın cephane arabası geliyorsa bunu görmek seyirci için yeterlidir ancak söz konusu bir tiyatro olsaydı bunu kelimelerle anlatmak gerekebilirdi. Orhan Aksoy ilk filmi yeterince izlemeden bu işe soyunmuş görünüyor. Ancak oyuncu tercihlerinin oldukça iyi olduğunu söylemek gerek.
Film konusu itibariyle Osmanlı ile Cumhuriyet arasında sıkışıp kalmış. Bu nedenle olsa gerek ki iki devletinde adını hiç duymuyoruz. Bunun yerine bol bol vatan vurgusu yapılıyor ki dönemin ruhunu yansıtması açısından oldukça önemli.
İlk filmle kaçınılmaz olarak karşılaştırma yapıyorum. Ve bazı önemli sahnelerin ilk filmde ki kadar etkili verilmediğini görüyorum. Örneğin Aliye Hocanın ölümünden sonra üzerinin kendi işlediği bayrakla örtülme sahnesini Akad çok daha etkili verebilmişken, Aksoy anlamsızca sahneyi uzatıp sündürmüş ve tadını kaçırıp etkiyi azaltmış. İlk filmde yer alan ve tasavvuf ayinine benzeyen sahneninse mevlit gecesine evrilmesi daha makul bir çözüm olmuş. Son bir not olarak kahraman kuvvacı Fuat Bey’in Atatürk’e benzer bir aktör olması da memleketin psikoloji açısından değerlendirilmesi gereken bir detay. Atatürk’e bunca benzeyen bir aktörü böyle bir rolde görmek ortalama yurdum insanı için filme gitme sebebi sayılabilir. Filmin hikâyesi ciddi anlamda propaganda filmi için uygun ilk filmde bunun izleri sanırım daha fazla görmüştük ancak bu filmde bazı göndermeler yapılmasına rağmen keskinliği azaltılmış. Böylesi filmi daha izlenebilir kılmış diyebilirim.

Vurun Kahpeye (1973)
Yönetmen: Halit Refiğ
Zaman geçiyor, teknoloji zamanla yarışırcasına ilerliyor, sinema başta olmak üzere sanatta yeni yöntemler keşfedilip uygulanıyor. Ancak yönetmenlerde değişiyor olmasına rağmen bazı saçmalıklardan bir türlü vazgeçilmiyor.
Kitabın üç farklı yorumunda da ısrarla cumhuriyet bayrakları kullanılıyor oysaki dönem itibariyle hala Osmanlı hâkimdir ve kullanılması gereken bayrak Osmanlı’nın olması gerekir. Çocukların söylediği marş her yeni filmde yenilenmiş olarak çıkıyor karşımıza hâlbuki bir dönem filmi yapıyorsak döneme sadık kalmak en önemli gayretimiz olmalıdır. Uyarlamanın yönetmen koltuğunda bu defa Halit Refiğ var ve nihayet renkli filme geçilmiş. Yine yıldız oyuncular başrolleri kapmışlar ve hazır renkli filme geçilmişken Aliye hocamız sarı saçlarıyla salınıyor beyaz perdede. Bu filmde nihayet sinemaya daha fazla yaklaşmayı başaran bir oyuncu grubu ve yönetmenle karşılaşıyoruz.
Son filmi de izledikten sonra şunu notlarımız arasına almamız şart oluyor. İlk filmde ve son filmde tekrarlanan ve günümüzde genel kabul görmüş bir söylem gibi dillendirilen bir lakırdı var. Kitabı okumadığım için bilemiyorum ancak muhtemel ki kitaptan aynen naklediliyor. “Hoca hanım, namus kadının yüzünü açıp kapamasında değil. Öyle kapalı kadınlar vardır ki her türlü rezaleti yaparlar.” Peki, ancak her üç filmde de yüzü kapalı bir tane bile kadın görmüyoruz. Yüzü kapalı kadınlar yok bol bol çarşaflı var. Üç filmde de tüm insanlar İstanbul ağzıyla konuştukları için bir yöre çıkarımı yapamıyoruz ancak Ege yöresinde dolaylarında olduğu anlaşılabiliyor. Ki bu yöre de filme konu dönemde çarşaf kullanımı bunca yaygın mıdır, emin değilim. Propaganda filmlerinin hazin sonu, yapılan hatalar ne kadar büyük olursa olsun görünmezler. Aliye’nin düşman komutanını sırtından bıçaklayıp bıçağı kalbine saplaması sahnesi ise muhteşem bir sinema tekniği olsa gerek. Böyle basit hatalar aynı karenin daha eski çekimlerinde bile yapılmamışken böyle bir başarısızlık sinema için gerçekten üzücüdür.
Üç yönetmen içinden en kritik hatayı da yine Halit Refiğ yapmış kanımca. Aliye hoca ile milli kahramanımızın safiyane aşkına hem Akad hem de Ersoy sadık kalmışken Refiğ sansürlü bir sevişme sahnesiyle bu masum aşkı acımasızca harcamakta bir beis görmemiş.
Korkarım şimdilerde yeni bir uyarlaması daha yapılsa yine zorlama bir film çıkacak. Belki de roman zannettiğim kadar iyi bir senaryo vermiyordur. Bilemiyorum. Belki de kendi şartları içerisinde ancak bunları üretebildi her üç yönetmende. Zira her biri sinema tarihimizde önemli yere sahip yönetmenler. İlerde başkaca filmleri üzerinde durmak istiyorum. İyi okumalar, iyi seyirler.
Yazar: Nuh Ürün