Paradise Alley / Fedai (1978)

Paradise Alley / Fedai (1978)

Sinema tarihi birçok ölümsüz karakterle doludur. Bu karakterlerin bazıları tek bir filmde gözüküp kalbimizi kazanır ve bir daha karşımıza çıkmazlar. Ama bazıları da belirli aralıklarla kendilerini bize hatırlatmayı ihmal etmezler. Öyle ki ailemizden biri gibi yakından tanırız onları, severiz, iyiliklerini isteriz. İşte hiç şüphesiz Rocky Balboa da böyle bir karakterdir. İlk kez 1976 yılında tanıştığımız bu saf ama gözü pek delikanlı, arka sokakların acımasız dünyasında ayakta kalmaya çalışan boks sevdalısı bir serseridir. Fakat sonra antrenörü Mickey’in elinden tutmasıyla bir efsaneye dönüşecektir. Hikâyeyi hepiniz biliyorsunuz… 1976’dan günümüze tam 6 filmde baş karakter, 2 filmde de yan karakter olarak izlediğimiz Rocky Balboa, gerçekten de unutulmayacak bir sinema efsanesi olduğunu çoktan ispatladı. Bu kadar Rocky güzellemesinden sonra gelelim asıl meselemize: Yani Sylvester Stallone’nin “Rocky” (1976) filminden önce yazdığı ama belki de Rocky’nin başarısı sayesinde ilk kez yönetmen koltuğuna oturup hayata geçirme imkânı bulduğu “Paradise Alley” (Fedai, 1978) filmine… Bir anlamda Rocky’nin akrabası olan bu film, çok benzer bir dünyaya davet eder bizi. Yine arka sokaklarda yaşayan kaybetmiş insanlar, yine gerçekleştirmesi zor olan büyük hayaller ve en önemlisi yine bir spor vardır bu filmin merkezinde. Ama bu sefer boks değil güreştir, hayat ile yapılan yaşam kavgasının metaforu.

Yıldızları Barışmayan Üç Kardeşin Hikayesi

Yıl 1946. New York’un arka sokaklarındayız. Film, başkarakterlerimizden biri olan ve Sylvester Stallone’nin canlandırdığı Cosmo’yu tanıtan bir jenerik ile açılır. 5 dolar için hayatını hiçe sayarak çatılarda koşu yarışı yapan Cosmo’nun para kazanmak için her türlü dalavereyi yapan bir tip olduğunu çok geçmeden anlarız. Kendini sakat gibi gösterip dilencilik de yapar; maymun dans ettirip köşeyi dönmeye de çalışır. Hatta ölülerin kıyafetlerini bile çalmaktan çekinmez. Kısa yoldan çok para kazanmak dışında başka bir motivasyonu olmayan bu yüzeysel karakter ile seyircinin özdeşleşme sağlaması, tahmin edebileceğiniz üzere pek de mümkün değildir. Zaten Stallone de bunu ister. “Önyargı”mız tarafından verilen peşin hükümlerin her zaman doğru olmadığını göstermek niyetindedir. Bu minvalde yönetmen, filmin başlarında Cosmo’yu geveze bir pislik gibi gösterirken; savaş gazisi kardeşi Lenny’yi ise sanki suskunluk yemini etmiş bir aziz gibi karşımıza çıkarır! Anlayacağınız Cosmo düşüncesizliğin somutlaşmış haliyse, Lenny sağduyuyu temsil eder. Yarım akıllı üçüncü kardeş Victor ise bu iki kardeş arasında kalan etkisiz bir eleman gibidir. Ama hiç beklemediğimiz bir anda Stallone, her şeyi tersyüz eder!

Kardeşlik, Aşk ve Güreş Üzerine

Bu noktada diğer kardeşlerden de bahsetmekte yarar var. Lenny, II. Dünya Savaşı’ndan bir ayağı sakat olarak dönmüş, savaş kahramanı bir yüzbaşıdır. Savaştan sonra sivil hayata adapte olamamıştır. Üstelik cesareti ve hizmetleri ile pek uyuşmayan bir işte (kadavralar üzerinde çalışır ama filmde yaptığı iş detaylı olarak açıklanmaz) çalışmaktadır. Yine de fazla şikâyet etmez, daha doğrusu şikâyet etmeye gücü yoktur. Savaştan eksik bir adam olarak geri dönmüş, sevgilisi tarafından aldatılmış ve yaşamaktan umudu kalmamış olan Lenny, aslında ölü gibi bir adamdır. Victor da tıpkı ağabeyi Lenny gibi yaptığı işle bütünleşmiş bir karakterdir. Dev buz kalıpları taşıyarak üç kuruş para ile geçinmeye çalışan Victor, buz kadar sert ama bir o kadar da dayanıksızdır. Aynı zamanda buz gibi hissiz ve soğuktur Victor. Onun bir şeyler hissettiğine dair tek kanıtımız, ona okuma yazma öğreten Çinli sevgilisidir. Zaten Victor’un tek arzusu, yaşadığı kenar mahalleden kurtulmak, sevgilisi ile tekne alıp uzaklara yelken açmaktır.

Birbirinden bu derece farklı üç kardeşi bir hikâyede layıkıyla birleştirmek oldukça güç bir iş olsa gerek. Üstelik Stallone’nin Rocky filminde olduğu gibi tek bir karakter yerine, üç kardeşi de ön plana çıkarmaya çalışarak büyük bir risk aldığı da ortada. Fakat üç karakteri dengeli bir şekilde işle(ye)mediği için hiçbir karakteri gerçekten tanımamız mümkün olmaz. Belki de bu, filmin en temel problemidir! Bununla birlikte dinamik karakterler yaratmaya çalışan ama doruk noktaya doğru giden olaylar silsilesini bir türlü oturtamayan yönetmen, film ilerledikçe bariz bir şekilde değişen karakterleri inandırıcı kılmayı da başaramaz. Ana karakterleri destekleyen, onları derinleştiren yan karakterler yerine, bir araç olmaktan kurtulamayan karton yan karakterlerin yaratılması ise filmin diğer büyük problemidir. Kendi işini kolaylaştırmak adına çok sınırlı bir dünya çerçevesi çizen yönetmen ne karakterleri ne onların güdülerini ne de yaşadıkları yer ile ilişkilerini umursamadığı için bu sınırlı dünyayı anlatmayı bile başaramaz. Erkek egemen görüşün katıksız örneğini oluşturan silik, aciz ve işe yaramaz kadın karakterler ise filmin eksi hanesine yazılacak bir başka problemdir.

Cennet’in Arka Bahçesinde…

Stallone’nin seyircinin önyargılarıyla oynayarak karakterlerin değişimi konusunda bir şaşkınlık yaratmaya çalıştığını söyledik. Fakat bu şaşkınlığın, hiçbir şekilde tanıyamadığımız karakterler yüzünden etkileyici olmadığını da belirttik. Asıl derdi, insanların gözüktüğü gibi olmadıklarını ya da hiç beklemediğimiz insanların bile değişebileceğini çarpıcı bir şekilde anlatmak olan bir film, bunu yapmak konusunda çuvallıyorsa geriye üzerine konuşabileceğimiz ne kalır ki? Gece kulübündeki yasadışı güreş sahnelerinin pespayeliği mi? Yoksa ana karakterlerimizden artakalan zamanlarda aralara serpiştirilen, sistemin çarkları arasında ezilen zavallı insanların hikayeleri mi? Nereden tutarsanız tutun elinizde kalan “Paradise Alley”, ne parlak bir ilk yönetmenlik denemesi olarak akıllarımıza kazınıyor ne de Rocky’nin yaratıcısının elinden çıkmış keyifli bir spor filmi olmayı başarıyor! Hasılı Stallone, açık bir şekilde Rocky’de kullandığı formülleri kullanıyor ama adeta kendi yarattığı dünyanın kötü bir kopyasını ortaya koymaktan kurtulamıyor.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir