Maksat Sinema Olsun “9” Yaşında: MAHLUK-NAME
Takvimler 31 Temmuz 2011 tarihini gösterdiği zaman “Her şey bir Rüya ya da Maksat Sinema Olsun” demiştik. Şimdi aradan tam dokuz yıl geçti, anlayacağınız Maksat Sinema Olsun şimdi dokuz yaşında! Bildiğiniz gibi her senemizi bir hikaye ile kutluyoruz. Bu sene de geleneği devam ettirerek, Uğur Tatar‘ın yazdığı macera dolu bir yolculuk hikayesi olan “MAHLUK-NAME” ile sizleri baş başa bırakıyoruz.
Birinci Bölüm: BAŞLANGIÇ
Başlangıçta Tanrı, göğü ve yeri yarattı. Yer boştu, yeryüzü şekilleri yoktu. Tanrı, yeryüzüne yaşam vermek istiyordu. Önce göğe iki büyük küre yerleştirdi. Biri dev gibiydi ve etrafa parlak ışıklar saçıyordu. Tanrı, buna Güneş adını verdi ve yeryüzünü aydınlatacak diye buyurdu. Güneş kaybolup her yer karanlık olduğunda ikinci küre ortaya çıkacaktı. Tanrı, bu küçük ve beyaz küreye Ay adını verdi ve karanlıkta yeryüzüne ışık verecek diye buyurdu.
Ardından yeryüzünde uçsuz bucaksız bir çöl yarattı ve bu çölün altını sularla doldurdu. Buraya Büyük Deniz adını verdi. Büyük Deniz’in ortasında küçük bir ada oluşturdu. Bu adanın üzerine iki tane büyük yeşil yumurta koydu. Bu yumurtaların içinde iki yeraltı yılanı vardı. Bu yılanlardan birine Abra, diğerine de Yutma adını verdi.
Daha sonra çölün bittiği yerde birçok yüksek dağ ve bu dağların ortasından geçen bir akarsu yarattı. Akarsu, çölün altındaki Büyük Deniz’e dökülüyordu. Dağların ortasındaki yemyeşil ağaçlarla kaplı vadiye Rüzgârlı Vadi adını verdi ve buraya soğuk nefesini üfledi. O andan itibaren Rüzgârlı Vadi, hiç dinmeyecek soğuk bir rüzgârın etkisi altına girdi. Vadide rüzgârın şiddetinin en az olduğu yere büyük beyaz bir yumurta koydu. Bu yumurtanın içinde kanatlı bir at vardı. Bu ata Tulpar adını verdi.
Rüzgârlı Vadi’nin bittiği yerde diğer dağlardan çok daha yüksek olan bir yanardağ yarattı ve bu yanardağa Ateş Dağı adını verdi. Yanardağın en tepesine büyük kırmızı bir yumurta koydu. Bu yumurtanın içinde yeniden doğabilme özelliğine sahip bir kuş vardı. Bu kuşa Huma adını verdi.
Tanrı, yaptıklarını yeterli bulmadı ve Ateş Dağı’nın altında bir yeraltı bahçesi yarattı. Burada Rüzgârlı Vadi’de bile olmayan birçok ağaç türü vardı. Ateş Dağı’nın altındaki bu yeraltı bahçesi, yanardağın ötesine kadar uzanıyordu ve bahçenin bittiği yerden yeryüzüne çıkılıyordu. Tanrı, bu çıkışın karşısına ufak bir tohum attı ve bu tohum anında büyük bir ağaca dönüştü. Bu öyle büyük bir ağaçtı ki dalları göğe kadar uzanıyordu, en tepesinden Güneş ve Ay görülebiliyordu. Bu ağaca Yaşam Ağacı adını verdi ve en tepesine iki tane büyük mavi yumurta koydu. Bu yumurtaların içinde iki kartal vardı, kartallardan birisi çift başlıydı. Çift başlı olan kartala Semruk, diğer kartala Markut adını verdi.
İşte o an için yeryüzü sadece bunlardan ibaretti. Aslında bu sadece yeryüzünün bir kısmıydı; yaşamın başlangıcını sağlayacak mücadele için yaratılmış olan kısmı. Hangi yaratık sağ kalırsa, o yaratık çoğalacak ve yeryüzüne o yaratığın soyu hükmedecekti. Her bir yaratık, yumurtadan çıkıp büyüdüğünde tek bir amaç için yaşayacaktı: sağ kalmak!
Tanrı, tüm bunları her bir yumurtaya tek tek fısıldadı ve ardından sadık hizmetkârları olan melekleri görevlendirdi. Yaratıklar yumurtadan çıktıkları andan itibaren melekler, yeryüzünü kontrol edecekler ve Tanrı’yı bilgilendireceklerdi. Fakat bir melek bu duruma itiraz etti. Ona göre yeryüzünde yaşamın başlangıcını bu yaratıklar değil, daha üstün bir yaratık sağlamalıydı. Emirlerinin eksiksiz yerine getirilmesini isteyen Tanrı, hizmetkârının ona akıl vermesinden hiç hoşlanmadı. Melek kutsal vazifesinden alıkonulup yeryüzüne gönderilmekle cezalandırıldı. Ama yeryüzüne melek haliyle gönderilmeyecekti. Kendine ait bir yumurtası da olmayacaktı. Zira bunlar onun için bir iyilik olurdu. Tanrı, onu diğer yumurtalardan birinin içine hapsetmeye karar verdi. Meleğin ufakta olsa bir şansı olmasını istediği içinde, -diğer yumurtalara göre- daha yavaş gelişen yılan yumurtalarından birini seçti. Melek, artık saf ışıktan güçlü bir varlık değil, Yutma’nın yumurtasına hapsolmuş olmuş aciz bir yaratıktı. Eğer Yutma’yı öldürüp yumurtadan sağ çıkabilirse onun da yeryüzünde bir şansı olacaktı. Tanrı bu ihtimalin çok az olduğunu biliyordu, yine de adil davrandığını düşünüyordu. Ve bu düşmüş meleğe yeni bir isim verdi: İnsan!
İkinci Bölüm: YENİDEN DOĞUŞ
Melek için daha doğrusu -Tanrı’nın ona verdiği yeni isimle- “İnsan” için yeni bir hayat başlamıştı artık. Kocaman bir yılan yavrusu ile aynı yumurtayı paylaşıyordu ve henüz hareket edebilecek güce sahip değildi. Zaten bu büyük yumurtanın bir ucundan bir ucuna gitmesi bile şuan ki hali için çok uzun bir zaman demekti. Yumurtanın iç yüzeyini kaplayan yapışkan sıvı ikisinin de beslenmesini sağlıyordu. Bu yüzden Yutma ve İnsan istemeseler bile birbirlerine bağlıydılar. Yutma henüz bilinç kazanmadığı için yumurtasındaki davetsiz misafirin farkında değildi. İnsan ise yeni vücuduna alışmaya çalışıyordu. Karşısındaki yılan yavrusunun üçte biri kadar bile yoktu. Ne keskin tırnakları, ne sivri dişleri, ne güçlü bir derisi vardı. Onu koruyacak hiçbir özelliği yoktu. Zayıf ve uzun bacakları, güçsüz kolları ve küçük elleri vardı. Zamanla oluşan dişleri de işe yaramazdılar. Tanrı’nın ona hiç adil davranmadığını düşünüyordu.
Zaman geçtikçe Yutma’nın vücudu büyümeye ve yumurtanın içini kaplamaya başladı. Bu zaman içinde İnsan’nın da biçimsiz vücudu büyümüştü. Artık yumurtanın içinde hareket etmek ikisi için de çok zordu. Üstelik kısa bir zaman sonra Yutma bilinç kazanacak ve derin uykusundan uyanıp yumurtayı kıracaktı. Bundan sonraki tek amacı, etrafta gördüğü her yaratığı öldürmeye çalışmak olacaktı. Buna biraz ötesindeki yumurtanın içinde büyüyen Abra da dâhildi.
İnsan bir an önce bir karar vermesi gerektiğini biliyordu. Artık vücudundaki kaslar güçlenmişti. Kollarını ve bacaklarını rahat hareket ettirebiliyor, ellerini çok daha iyi kullanabiliyordu. Önce vücudunu, ince ve yapışkan bağlardan kurtardı. Sonra yumurtanın kabuğuna vurmaya başladı. Ama bu darbeler ellerini ve ayaklarını acıtmaktan başka bir işe yaramıyordu. Üstüne üstlük Yutma’nın sesleri de değişmeye başlamıştı artık. Nefes alışverişleri hızlı ve gürültülüydü. İnsan, hemen Yutma’nın vücuduna tırmanmaya başladı. Fakat pullarla kaplı vücudunda hareket etmek hiç kolay değildi, sürekli kayıp duruyordu. Ama en sonunda Yutma’nın kafasına ulaşmayı başardı.
Tam o sırada Yutma gözlerini açtı. Karşısında gördüğü küçük ve biçimsiz yaratık yüzünden bir an için irkildi. İçgüdülerine güvenip onu ısırmaya çalıştı. Sürekli kafasını hareket ettirdiği için İnsan, daha fazla dayanamayıp kayıp düştü. Yutma, yumurta ona çok dar geldiği için hareket edemiyordu. Vücuduna göre küçük ve sivri tırnaklı elleriyle kabuğu tırmalıyor, durmadan çatalkuyruğunu hareket ettiriyor ve küçük düşmanını ısırmaya çalışıyordu. Fakat İnsan, küçük olmasının avantajından yararlanarak Yutma’dan kolaylıkla kaçıyordu. Tekrar Yutma’nın vücuduna tırmanmaya başladı. Birkaç defa kayıp düştükten sonra Yutma’nın kafasına çıkmayı başardı. Yutma deli gibi kafasını sallıyor, bir o yana bir bu yana dönmeye çalışıyordu. Yumurta çatırdamaya başlamıştı. İnsan tüm bu hengâmede Yutma’nın gözüne yumruk atmayı başardı. Acı ile kıvranan Yutma daha çok sinirlendi. Öfke ile bağırmaya başladı ve çırpınışları daha da şiddetlendi. İnsan ise sıkıca Yutma’nın kafasına tutunmuş ne olursa olsun bırakmıyordu.
Yutma, artık deliye dönmüştü. Çatırdama sesleri biraz sonra İnsan’a neler olacağını haber veriyordu. Yutma ve İnsan debelenmeye devam ederlerken yumurta daha fazla dayanamayıp ortadan ikiye ayrıldı; içindeki sıvı her yana savruldu. Yutma’nın dev cüssesi serbest kalıp boylu boyunca yere uzandı; hareket etmiyordu ve göz kapakları kapalıydı. İnsan ise ortalıkta gözükmüyordu. Bir anlığına Yutma’nın başı yukarı doğru hafifçe hareket etti; yeniden yere düştü. Sol taraftaki göz kapağı hafifçe aralandı. İnsan, Yutma’nın parçalanmış kanlı gözünün içinden dışarıya çıktı. Her tarafı Yutma’nın yeşil kanına bulanmıştı. İki ayağının üzerinde doğrulmaya çalıştı ve güçlükle bunu başardı. Sırtında iki büyük kırmızı delik vardı. Bir elinde Yutma’nın sivri dişini tutuyordu. Birkaç adım atıp etrafa göz gezdirdi. Diğer yumurta çoktan kırılmıştı ama Abra ortada yoktu. Uçsuz bucaksız bir deniz ortasında küçücük bir adadaydı. Biraz sonra adım atacak gücü kalmadı, dizlerinin üzerine düştü ve tüm yeryüzü onun için karardı.
İnsan, Abra’nın yumurtadan ne kadar zaman önce çıktığını bilmiyordu. Ne kadar süre baygın kalmıştı, aradan ne kadar zaman geçmişti bilmiyordu. Hiçbir şey bilmiyordu. Ayağa kalkacak gücü yoktu. Yutma’nın cansız ve çirkin bedenine, henüz tam olgunlaşamamış bu yılan cesedine baktı: yer yer vücudundaki pullar oluşmamış, uzun çatalkuyruğunun etrafı yara bere içinde, ön ve arka ayaklarındaki tırnakların çoğu kırılmış, sol gözünden aşağı akan kanın rengi koyulaşmıştı. İnsan, elindeki sivri dişi sımsıkı tutarak cesede doğru sürünmeye başladı.
Üçüncü Bölüm: ABRA’NIN ÖFKESİ
İnsan, yaratılış sırasında Tanrı tüm melekleri bilgilendirdiği için yeryüzü şekilleri ve diğer yaratıklar hakkında bilgi sahibiydi. Buranın çölün altındaki Büyük Deniz olduğunu biliyordu ve eğer Abra’ya yakalanmadan burayı terk etmezse buradan asla sağ çıkamayacağını da biliyordu.
Sırtında büyük bir acı vardı. Kollarını her hareket ettirdiğinde, her yürümeye çalıştığında bu acı dayanılmaz bir şekilde kendini hatırlatıyordu. Yutma tarafından zehirlenmiş olmalıydı. Fakat neden ölmediğini anlayamıyordu. Bu haliyle fazlasıyla savunmasızdı. Bu sefer sağ kalmayı başarmış olabilirdi. Ama bundan sonra bu kadar şanslı olmayacaktı. Bu yüzden onu darbelerden koruyacak bir şey lazımdı. Elindeki sivri diş ile Yutma’nın kafasından başlayıp boynunun altına kadar olan pullarla kaplı sert deriyi kesip çıkardı. Daha sonra bu deriyi kesip biçerek kendi vücuduna uygun bir hale getirdi. Yutma’nın gözünden tekrar içeri girdi ve elinde bir başka sivri diş ile dışarı çıktı. Artık eskisi kadar savunmasız değildi. Fakat şimdi daha büyük bir sorunu vardı. Buradan nasıl çıkacaktı?
Rüzgârlı Vadi akarsuyunun buraya döküldüğünü biliyordu. Ama yeryüzü ile bağlantı sağlayan bu çıkışı nasıl bulacağını bilmiyordu. Zira hiçbir yerden güneş ışığı buraya girmiyordu. Gözleri zifiri karanlığa iyice alışan İnsan, oturup düşünmeye başladı. Tiz bir çığlık kulaklarını tırmaladığında Büyük Deniz dalgalanmaya başlamıştı. Üzerinde durduğu küçük adanın kenarlarına sürekli dalgalar çarpıyor ve çığlık belli aralıklarla devam ediyordu. Korkmaya başlamıştı. Dört bir tarafına dönüp tehlikenin nereden geleceğini görmeye çalışıyordu. Beklemesi uzun sürmedi. Az sonra Yutma’nın birkaç katı büyüklüğünde bir yaratık Büyük Deniz’den adaya doğru fırladı. Şüphesiz bu Abra’ydı. İnsan, korku dolu gözlerle Abra’yı süzdü. Yutma’nın koyulaşmış kanı gibi yeşil renkli bu dev yılan kükreyerek bir süreliğine iki ayağının üzerine dikildi. Beyaz göğsü sırtı gibi pullarla kaplı değildi.
İşte bu an av ve avcının belli olduğu andı. İnsan kaçmaya, Abra ise onu kovalamaya başladı. Ada, Abra’nın dev cüssesi kadardı ve etrafta saklanacak pek bir yer yoktu. İnsan uzun süre kaçamayacağını biliyordu. Suya atlamak ise ölmekle eşdeğerdi. Savaşmalıydı. Abra aniden duran İnsan’a doğru çatalkuyruğunu savurdu. İnsan eğilerek bu darbeden kurtuldu ve Abra’ya doğru koşmaya başladı. Abra ise uzun ve yassı çenesini ileri doğru uzatıp beklemeye başlamıştı ve insan ona yaklaştığında dişlerini ona doğru savurdu. Dişleri İnsan’ın zırhını sıyırıp omzunda küçük bir sıyrık açtı. Fakat küçücük bir sıyrık bile Abra’nın zehrini akıtması için yeterliydi. İnsan, elindeki sivri dişleri Abra’nın bacaklarındaki pullara geçirerek tırmandı ve oradan göğsüne doğru sıçrayıp iki dişide Abra’nın savunmasız göğsüne sapladı. Elinde bulunan sivri dişler, içinde hala Yutma’nın zehrini barındırıyordu. Dev yılan bu zehri hissetmeye başlamıştı bile. Fakat İnsan Abra’nın diş darbesinden hiç etkilenmişe benzemiyordu.
İnsan kendini yere doğru bıraktı. Abra ne olduğunu anlamaya çalışıyor, dengesiz hareketlerle oradan oraya dönüyordu. İnsan’ı görünce onu ısırmak için kocaman ağzını açtı fakat yavaş hareketleri yüzünden İnsan, ağzından içeri girmeyi başardı. Abra önce başını sallayıp durdu. Ardından kendi etrafında dönmeye başladı. İki ayağı üzerine dikildi ve uzun süren bir çığlık attı. Bu çığlık daha öncekiler gibi korkutucu değil, acı dolu bir çığlıktı. Kafasını sallamaya, ön ayaklarıyla havayı tırmalamaya devam ederken aniden gözleri sonuna kadar açıldı ve bütün hareketleri durdu. Yüzükoyun bir şekilde hızlıca yere düştü. Abra’nın fal taşı gibi açık sağ gözü parçalanmaya başladı ve elinde büyük sivri bir diş ile İnsan dışarıya çıktı.
Dördüncü Bölüm: RÜZGÂRLI VADİ’YE DOĞRU
İnsan, günlerdir bu çölde yürüyordu ama hala Rüzgârlı Vadi’ye ulaşamamıştı. Büyük Deniz’den kurtulalı üç, belki de dört gün olmuştu. Abra’nın dayanıklı derisinden ufak bir sandal yapmış ve çatalkuyruğundaki kemiği de kürek olarak kullanmıştı. Uzun bir süre Büyük Deniz’de yolculuk etmiş ve sonunda akarsuyun denize döküldüğü yeri bulmayı başarmıştı. Yukarı çıktığında zifiri karanlığa alışan gözleri kavurucu güneşin ışıkları yüzünden geçici süreliğine kör olmuş, bu yüzden bir süre hareketsiz bir şekilde sıcak kumlara oturup beklemek zorunda kalmıştı. Üstelik sırtındaki yara yüzünden bazı anlarda büyük bir acı hissediyordu. Günlerdir bu sonu gelmeyen çölün kumlarından ve takip ettiği akarsudan başka hiç bir şey görmemişti. Artık dayanacak gücüde kalmamıştı. Bir adım daha attı ve yere kapaklandı. Kumların sıcaklığı son hissettiği şey oldu ve göz kapakları ağır ağır kapandı.
Kendine geldiğinde beyaz bir yaratık başucunda bekliyordu. Abra’dan aldığı sivri dişi aradı ama bulamadı. Düşürmüş olmalıydı. Zaten karşı koyacak gücüde yoktu. Yaratık onu sırtına bindirdiğinde, tekrar bayılmak üzereydi. Gökyüzüne yükseldiklerini gördü. Sonrası onun için yine karanlıktı…
Gözlerini yavaş yavaş açtı. Bir sürü yüksek dağ, çeşit çeşit ağaçlar, akarsuyun gürültüsü ve soğuk bir rüzgâr… Burası Rüzgârlı Vadi olmalıydı! Peki, ama buraya nasıl gelmişti? İnsan, beyaz yaratığı hayal meyal hatırlıyordu. Fakat yaratık onu neden öldürmemişti? Çölün kavurucu sıcağından sonra rüzgârın verdiği serinlikten memnundu. Ama bir süre sonra üşümeye başladı. Zırhına iyice sarılıp, ağaçların arkasına saklana saklana ilerlemeye başladı. Biraz sonra Güneş batmış ve Ay doğmuştu. Ay’ın loş ışığında Rüzgârlı Vadi daha da güzel gözüküyordu. Ama rüzgâr hala dinmemişti ve dinecek gibide görünmüyordu.
Etrafına çok iyi bakmadan yürüyen İnsan, beyaz bir şeye takıldı ve yere düştü. Bu onu çölden kurtaran beyaz yaratık, kanatlı at Tulpar’dı! Hem sağ hem de sol arka tarafında üçer tane uzun ve derin yara vardı. Bu yaralardan gümüş renkli bir sıvı akıyordu. At yerde hareket etmeden öylece duruyor, başını hafifçe kaldırmış İnsan’ın yüzüne bakıyordu. Ön tarafta dört, arka tarafta iki toplam altı tane ayağı vardı. Bir kanadı açık vaziyette vücudunun altında kalmıştı, diğer kanadı ise katlanmıştı. İnsan, eğilip ona dokunmaya çalıştığında Tulpar, ağzındaki keskin dişleri gösterdi. Ağzında birkaç tane küçük kırmızı tüy vardı. İnsan korkup geri çekildiğinde Tulpar, başını yere koydu. Nefes alış verişleri hızlı ve hırıltılıydı. Sonra nefes alışverişi birden kesildi.
Neden bilmiyordu ama İnsan, Tulpar’ın ölümüne üzülmüştü. Ona yaklaştı ve gözlerini kapatıp vücudunu okşamaya başladı. Çöldeyken yara olmuş elleri, Tulpar’ın yumuşak tüylerinin arasında dolaştıkça içi huzur doldu. Bir anda irkilip elini geri çekti. Buz gibi bir şeye dokunmuştu. Tulpar’ın yarasından çıkan gümüş renkli kan, hem soğuktu hem de elini sızlatmıştı. Eline baktı. Yaraları yavaşça iyileşiyorlardı. Hemen zırhını çıkardı ve elini gümüş renkli kana sürüp sırtındaki diş izlerine, ardından da omzundaki sıyrığa sürdü. Kanı sürdüğü yerler önce sızlamaya başladı ardından da tüm acı kesildi. Eliyle sırtını yokladı. Diş izleri geçmişti. Omzundaki sıyrıkta kaybolmuştu. İnsan zırhını giydi ve Tulpar’ın başını okşadı. Tam o sırada Tulpar’ın başının yanında uzun sivri bir şey dikkatini çekti. Bu Abra’nın dişiydi. İnsan, dişi aldı ve bundan sonraki hedefine, yani Ateş Dağı’na doğru baktı. Tulpar’ı öldüren şey orada olmalıydı…
Beşinci Bölüm: ATEŞ DAĞI’NDAKİ DÜŞMAN
Bir kayanın üstüne oturmuş düşünüyordu. Rüzgârın uğultusu kulaklarını sağır etmişti. Birkaç gündür vadide kısa molalar vererek yürüyordu. En sonunda Ateş Dağı’na ulaşmıştı. Oturduğu kayadan kalktı. Daha fazla düşünmek anlamsızdı, tırmanması gerekiyordu. Zırhı onun için gereksiz bir yük olacaktı; bu yüzden çıkarıp attı. Elinde sıkıca tuttuğu Abra’nın dişini Ateş Dağı’na saplayıp tırmanmaya başladı. Bu kavurucu sıcakta ya da dondurucu soğukta yürümeye benzemiyordu şüphesiz. Ayakları ve elleri kesiliyor, çok fazla çaba sarf etmesine rağmen çok az yol alabiliyordu. Oyuk bulabilirse dinleniyor, bulamazsa bulana kadar tırmanmaya devam ediyordu. Güneş ve Ay kaç kere doğup batmıştı saymayı bırakmıştı artık. Tırmanmaya gücü kalmamıştı. Abra’nın dişi de eskisi kadar sivri değildi. Kafasını yukarı doğru kaldırıp baktı. Zirveye az kalmıştı.
Bir gürültü duydu. Durdu ve dinlemeye başladı. Gürültü sürekli tekrar ediyordu. Tırmanmaya devam etti. Nihayet zirveye ulaşmıştı ki gürültü iyice şiddetlenmeye başladı. Kendini yukarı attı. Artık Ateş Dağı’nın en tepesindeydi. Buradan Rüzgârlı Vadi’ye ve uçsuz bucaksız çöle baktı. Ne kadar yol kat etmişti böyle, inanamıyordu. Bir anlığına Yutma’yı, Abra’yı ve Tulpar’ı düşündü. Acaba Tanrı onu izliyor muydu? Eskiden bir Melek olduğu aklına geldi. Sonra garip ve biçimsiz vücuduna hüzünlü gözlerle baktı. Her tarafı yara bere içindeydi. Elleri ve ayaklarında küçük büyük bir sürü kesik vardı. Abra’nın dişine baktı, artık işe yaramazdı; Ateş Dağı’ndan aşağı doğru fırlattı.
Arkasını dönüp baktığında büyük kırmızı yumurtayı fark etti. Şaşırdı. Kırmızı tüylü yaratığın çoktan yumurtadan çıkması gerekirdi. Demek ki Tulpar, bu yaratığı öldürmeyi başarmıştı. Ama bu yaratık yeniden doğabilme özelliğine sahipti, bunu biliyordu. Bu yumurtanın içinde Huma vardı, bunu da biliyordu.
Usulca yumurtaya yaklaştı. Elini hafifçe kırmızı yumurtanın üzerine koydu. Aniden yumurta titreyip sallanmaya başladı. Korkarak geri çekildiği sırada yumurtanın üst kısmı kırıldı ve dışarıya Huma’nın çirkin başı çıktı. Kırılan küçük kabuk parçaları etrafa saçıldı. İnsan hemen bu kabuk parçalarından birini kaptığı gibi yumurtanın tepesine çıktı. Huma’nın başını tuttu. Kuş çaresiz bir şekilde çırpınıyor, kabuktan çıkmaya çalışıyordu. Yumurtanın içindeki çırpınışları yüzünden yumurta sürekli sallanıp duruyordu. İnsan tereddüt etmeden yumurta kabuğunun keskin tarafını Huma’nın gözlerine sırayla sapladı ve geri çekilip yumurtanın üzerinden aşağı atladı.
Huma canhıraş çığlıklar atıyor, yumurta eskisinden daha çok sallanıyordu. Yavaş yavaş çatlamaya başlayan yumurtanın sesleri İnsan’ı rahatsız edici bir bekleyişe soktu. Huma en sonunda yumurtayı kırmayı başardı. Yumurtadan yeni çıkmasına rağmen kanatları dev gibiydi. Ateş kırmızısı tüyleri ıslaktı. Gözlerinden kırmızı kanlar akıyor, turuncu gagası sürekli açılıp kapanarak ürkütücü sesler çıkarıyordu. Kanatlarında üç parmaklı elleri vardı. Ellerindeki tırnaklar çok fazla sivri değildi. Ama üç parmaklı ayak tırnakları her şeyi delip geçecek kadar sivri gözüküyorlardı. Fakat dağın yamaçlarına tutunmaya yarayan bu üç parmaklı ayaklar, yürümek için hiç uygun değildi. Uçması içinde henüz çok erkendi. Durmadan kanatlarını çırpan Huma, ayakta kalmak için özel bir çaba sarf ediyordu. İnsan, bu anı kullanması gerektiğini anladı. Sıkı sıkı tuttuğu yumurta kabuğu elini kesmişti ama bunun farkında değildi. Huma sesini duyup yerini belirleyemeden saldırmalıydı. Bu yüzden hızlı olması gerekiyordu. Bir an için durdu. Sonra koşmaya başladı…
Huma sürekli etrafına dönüyor, kanatlarını çırpıyor ve çığlık atıyordu. Yerden biraz yükselmeyi başardığı sırada, İnsan üzerine atladı ve elindeki yumurta kabuğunu kanadına saplayıp aşağı doğru çekti. Huma’nın çığlığı boğazında düğümlendi ve yere yapıştı. İnsan da onunla birlikte kendini yerde buldu. Yumurta kabuğu, kuşun dev kanadında kalmıştı. Huma yerde debeleniyordu. Ayağa kalkıp kanatlarını çırpamaya çalıştıkça yere düşüyor ve acı dolu sesler çıkartıyordu. İnsan önündeki bu zavallı yaratığa bir süre baktı. Ardından etrafa göz gezdirmeye başladı. Taşıyabileceği büyüklükte bir kaya parçası bulup kaldırdı. Huma’nın başucuna gitti. Dev kuş artık çırpınmayı, debelenmeyi bırakmıştı. Yaralı olmayan kanadıyla kafasını örtmüş öylece duruyordu. Vücudundaki tek hareket, nefes alıp verirken göğsünün inip kalkmasıydı. İnsan bir an tereddüt etti ama sonra kaya parçasını Huma’nın kafasına fırlattı. Taş, Huma’nın çirkin kafasını parçalarken iğrenç sesler çıktı. Ayakları ve kanatları bir anlığına hareket etti. İnsan taşı kaldırıp yeniden kuşun parçalanmış kafasına doğru fırlattı. Huma’nın hareketleri kesildi. Çok geçmeden yanık et kokusu İnsan’ı rahatsız etmeye başladı. Bu kokunun nereden geldiğini tahmin ediyordu. Huma’nın bedeni yeniden doğmak için yanıyordu. Bu döngüye tek bir şekilde son verebilirdi. Dev kuşun bedenini yanıp kül olmadan önce Ateş Dağı’nın lavlarına atmalıydı. Bu yüzden Huma’nın vücudunu lav gözesine doğru iteklemeye başladı. Vücudu çok büyük olsa da sonunda gözeden aşağı atmayı başardı. Birkaç saniye sonra Huma’nın vücudu lavların içinde gözden kayboldu.
İnsan’nın gözü, çok uzaklardaki dev ağaca takıldı. Bu Yaşam Ağacı olmalıydı. Bu ağaç varması gereken son noktaydı. Ama tekrar aşağı nasıl inecekti? Birden yanardağın altındaki yeraltı bahçesini hatırladı. Fakat girişi neredeydi bilmiyordu. Gözeden aşağı doğru baktı. Gözleri, aşağıda bir yerlerde bir oyuk arıyordu ki lavların yükseldiğini, sonrada Ateş Dağı’nın sallandığını fark etti. Ve o anda Ateş Dağın’da olmaması gereken bir renk gözüne çarptı: silik bir yeşil!
Cılız bir sarmaşık dalının ucu ayaklarının altındaydı. Dağ eskisinden daha çok sarsılıyor, lavlar daha hızlı yükseliyordu. Yanardağ patlayacaktı, buna hiç şüphe yoktu. Çabuk hareket etmesi gerektiğini biliyordu. Yavaşça aşağı sarktı. İşte yeraltı bahçesine giden yol karşısındaydı…
Altıncı Bölüm: YERALTI BAHÇESİNDE BİR GECE
Uzun bir süredir aşağı doğru kayıyordu ama hala yere ayak basmamıştı. Bazen tünel çok fazla daralıyor bu yüzden kafasını çarpıp duruyordu. Vücudunun her yanında ufak tefek sızılar hissediyordu. Aniden ileri doğru fırladı ve yere yapıştı. Fakat yer yumuşak bir toprakla kaplı olduğu için canı pek acımadı.
Yeraltında olmasına rağmen etraf aydınlıktı. Kafasını kaldırıp baktığında muhteşem güzellikteki yeraltı bahçesi ile karşılaştı. Aslında burası uzun ve geniş bir tüneldi ve ağaçlar, tünel boyunca, tünelin iki tarafında sıralanmışlardı. İnsan, orta kısımdan ağır adımlarla yürümeye başladı. Biraz dinlenmesi gerekiyordu ama önce kendine bir silah yapması gerektiğini düşündü. Fakat etrafta sivri ya da keskin bir şey göremiyordu. Gözleri etrafta silah olarak kullanabileceği bir şey ararken omzu bir ağacın dalına takılıp çizildi. Bu çiziğin hafifçe kanadığını gören İnsan, parmağıyla ağacın dalının uç kısmına dokundu. Parmağının ucunda azda olsa bir acı hissetti ve hemen ağacın dalını kırdı. Bu dal bacağı boyunda ve parmağı kalınlığındaydı. Üzerindeki ufak dalları temizledi ve ucunu küçük dallara sürterek biraz sivrileştirdi.
Yürümeye devam ediyordu fakat bu tünelin biteceği yoktu. Az sonra yorulup büyük bir ağacın altına oturdu. Ertesi gün Yaşam Ağacı’nda iki büyük kartalla karşılaşacaktı. Bu yüzden artık dinlenmesi gerekiyordu.
Yedinci Bölüm: YAŞAM AĞACI’NDAKİ SON
Tünelin sonuna gelmişti ki karşısındaki çıkıştan gelen ışıklar gözlerini kamaştırdı. Hiç beklemeden yukarı çıktı. Güneş tam tepedeydi ve çöldekine eşdeğer kavurucu bir sıcak vardı. Yaşam Ağacı biraz ötesinde tüm ihtişamıyla duruyordu. Yeniden tırmanması gerekecekti. Kafasını yukarı doğru kaldırıp ağaca baktı. Ağacın dalları yere kadar uzanıyordu. Bu yüzden bu sefer tırmanması zor olmayacaktı. Beklemeye son verip tırmanmaya başladı. Mızrağı yüzünden tek elini kullanarak tırmanmak işini zorlaştırsa da epey hızlı bir şekilde ilerliyordu. Tırmandıkça garip sesler işitmeye başladı: kanat sesleri, çığlıklar, acı dolu inlemeler…
Bu sefer dinlenmek için fazla zaman harcamıyordu. Üstelik yukarda olup bitenleri de merak ediyordu. Önce yukarıya sonrada aşağıya baktı; neredeyse Yaşam Ağacı’nın yarısına gelmişti. Kafasını kaldırdığı sırada büyük bir şey kafasının yanından hızla geçti. Az kalsın düşüyordu. Kendini toparlayıp etrafına bakınca karşısındaki dalda az önce yanından geçen büyük şeyi gördü. Altın renkli tüylerden oluşan kanatları ve gökyüzü kadar mavi vücudu ile fazlasıyla ürkütücü duran çift başlı kartal Semruk onu süzüyordu. Fakat Semruk’un göğsüne doğru düşmüş sallanan bir başı neredeyse kopacaktı. Bakır renkli tırnakları ağacın dalını sıkıca kavramıştı. Az önce büyük bir kavgadan çıktığını belli eden şey sadece kopacak olan başı değildi. Vücudunun her yanında çizikler vardı ve bu çiziklerden mavi kanı akıyordu.
İnsan, mızrağını iki eliyle sıkıca kavradı. Bunu gören Semruk, hızla havalandı ve bakır pençelerini İnsan’ın omuzlarına geçirdi. Yerden yükselmeye başladığını hisseden İnsan, birkaç denemeden sonra mızrağını Semruk’un karnına saplamayı başardı. Semruk, insanı bırakarak aşağı doğru düşmeye başladı ama sonunda bir dala tutunabildi. İnsan dengesini sağlayıp aşağı baktı. Semruk dala sıkıca tutunmaya çalışıyor fakat sürekli düşecek gibi oluyordu. İnsan buna bir son vermesi gerektiğini biliyordu. Elindeki mızrağı havaya kaldırdı ve tüm gücüyle Semruk’a doğru fırlattı. Mızrak, Semruk’un sağlam başına saplanıp kaldı. Semruk’un vücudu Yaşam Ağacı’ndan aşağı doğru düşmeye başladı. İnsan aşağıya bakmadı. Her ne kadar omzundaki pençe yaraları canını çok acıtsa da tırmanmaya devam etti.
Çok fazla bir yol kat etmemişti ki yukarıdan gelen kanat sesleri ile irkildi. Masmavi dev bir kartal üstündeki dala konmuş ona bakıyordu. Bu Markut olmalıydı: yeryüzünde ondan başka sağ kalan son yaratık!
Kullanabileceği hiçbir silahı olmayan İnsan ne yapacağını şaşırmıştı. Fakat Markut ona saldırmak istiyor gibi gözükmüyordu. Sırtını ona doğru dönmüş bekliyordu. İnsan yukarıdaki dala tırmandı. Aralarında sadece bir adım mesafe vardı. Markut hala gözlerini ayırmadan ona bakıyordu. Mavi tüyleri mavi kanıyla ıslanmıştı. Bir gözünün üzerinde kocaman bir çizik vardı. Sağ kanadı hiç iyi gözükmüyordu. En sonunda turuncu gagası ile sırtını işaret etti. İnsan, onun kendisine zarar vermek istemediğini anlamıştı. Bunu yapmak istese çoktan yapabilirdi. Bu yüzden itaat edip dev kartalın sırtına bindi. Markut dev kanatlarını çırpıp havalandı. Yaşam Ağacı’nın tepesine doğru uçarken bazen dengesini kaybedip düşecek gibi oluyordu. Ama sonunda ağacın en tepesine ulaşmayı başardı. Artık zor nefes alıyordu. Hatta zar zor ayakta duruyordu. İnsan, dev kartalın üzerinden indi.
Markut iki kanadını da güçlükle açıp göğsünü kabarttı. O sırada güneş batmakta Ay doğmakta idi. Harap durumdaki sağ kanadı Güneş’i örterken sol kanadı da Ay’ı örtüyordu. Bir anlığına bu manzara İnsan’ı çok etkiledi. Hava yavaşça kararıyordu. Markut gözlerini İnsan’ın gözlerine dikti ve sonra dengesini kaybedip ağacın tepesinden aşağı düştü. İnsan şaşkın bir şekilde aşağı doğru baktı ve bir anlığına yeniden göz göze geldiler.
Güneş tamamen batmış Ay’ın ışığı yeryüzünü doldurmuştu. İnsan başını gökyüzüne çevirip baktı ve gözlerini kapattı…