Düş Şatolarındaki Hiç Eskimeyen Anılar (2. Bölüm)
Sinema salonları hayatın keşmekeşinden uzaklaştığımız, hayaller diyarında yolculuğa çıktığımız modern düş şatolarıdır. Şatolarıydı… O şatolar derebeylerin tarih sahnesinden yok olması gibi topla tüfekle değil ama iş makinaları, greyderlerle tarih sahnesinden bir bir kayboldu gitti. 5 sinema yazarının şimdi mazide kalmış sinema salonları hakkındaki önemli anılarıyla sizleri baş başa bırakıyoruz. Keyifli okumalar…
Hazırlayan: Umut Uçan
2 FARKLI “ARİF V 216” DENEYİMİ
Malumunuz sinema salonlarında en ön koltuklar facia gibi bir deneyim yaşatır izleyiciye. İlk defa “Mission: Impossible – Ghost Protocol” filminde en ön koltukta film izlemiştim. Koca perdenin gözünüzün önünde olması ve karakterlerin boyutlarının daha orantısız gözükmesi haricinde sese daha yakından maruz kalmak, dönme dolaba binme ile aynı etkiyi yaratmıştı. Her şey bu kadar olumsuz ve rahatsızken bir de filme benimle gelen kişinin uyuya kalması yaşanan deneyimin önüne geçen bir olaydı.
Daha sonra ikinci en ön sırada film izleme deneyimini “Arif V 216” filminde yaşayacaktım. Filme çıktığı gibi toplamda 4 kişi gitmiştik ve salon en ön sıra haricinde hınca hınç doluydu. Biz de çok fazla düşünmeden, bir yandan da şansımıza söverek salonun yolunu tutmuştuk. Filmden beklentim çok yüksekti. Sonuçta film Cem Yılmaz filmiydi. Gülmemek olanaksız gözüküyordu. Ancak çok ilginçtir ki filmde sadece 1 kere gülmüştüm ve film bana hiç çekici gelmemişti. Kollarımı birbirine bağlamış, sanki opera gösterisi izliyormuşum gibi bir moda girmiştim. Salondaki gülme sesleri beni her seferinde irite ediyordu. Aynı filmi izliyorduk ve bana sahneler hiç komik gelmiyordu. Film bitti ve asık suratla salondan çıktığımı hatırlıyorum. Üzerine bir de en önde izlemenin verdiği boyun ağrısı ve fiziksek rahatsızlık… İstanbul Optimum salonları konforludur ancak en ön koltuklar uzun süreli filmler için hiç iyi etki yapmıyor.
Filmin beni hiç etkilememiş olmasına rağmen o tarihten 1-2 hafta sonra annem ve kardeşimle hangi filme gidelim sorusunun cevabı yine Arif V 216 oldu. Ben daha önce gittiğimi söylemiş ve çok etkilenmediğimi belirtmiştim. Hayatımda aynı filmi ilk izleyişim olacaktı. Şükürler olsun ki bu sefer orta sıralarda rahat ve az kişinin olduğu bir salonda izlemeye başladım. Daha ilk dakikalardan sahnelere gülmeye, hatta bazı sahnelere duygulanmaya başlamıştım. Gerçektende çok ilginçti sanki iki farklı film izliyordum. Annem ve kardeşimin kahkaları ile birlikte salondaki az sayıdaki seyircinin de gülüşleri bizi moda sokmuş olabilirdi. Çaprazımızda tek başına oturan garip gülüşlü teyzenin kahkahaları ile birlikte film daha da keyifli hale gelmişti. Hayatımda duyduğum en komik gülüşe sahip olan bu teyzeye güler olmuştum artık. Filmde komik bir sahneye 5 saniye gülüyorsam teyzenin gülme efektini duyunca 5 saniyeye +5 saniye daha ekleniyordu. Film bittiğinde üzerimden tır geçmiş gibi olmuştu. Çene kaslarım yorulmuştu. İki farklı deneyim hala benim kafamı kurcalar durur. Acaba ilk izleyişimde en ön koltukta oluşum ve rahatsız bir şekilde izleyişim mi beni filmin içine sokamamıştı yoksa ikinci izleyişimdeki teyze faktörü mü kırılmayı yaratandı. Cevabını bilmiyorum ama önemli de değil. İlk izleyişimde hiç gülmediğim Cem Yılmaz filminden sonra gözlerimden yaşlar gelerek güldüğüm ikinci kez izleyişim. Adeta paralel evrenler hikayesi gibi sizce de öyle değil mi?
Umut Uçan
Benim için çok ama çok değerli, ölene dek saklayacağım bu fotoğrafı burada paylaşmak istiyorum:
Soldan Sağa: Can Evrenol, Fatih Danacı, Murat Özkan, Yasin Karakaya, Burak Bayülgen ve Giovanni Scognamillo.
FANTASTİK BULUŞMA
Sinemayla ilgili unutulmaz bir anımı paylaşmamı isteyen değerli Maksat Sinema ekibine benim için bu anıların doruk noktasını anlatmam gerektiğini düşündüm ki bu da farklı disiplinlerin bir araya geldiği muazzam ve tarihi bir güne denk geliyor: 2011 yılında gerçekleşen Fantastik Buluşma…
O zamanlar sinema blogları arasında korku ve B-Movie filmlere gönül vermiş, kendilerini tamamen tür sineması üzerine yazmaya adamış, benim de yazarı olduğum Korku Sitesi, Öteki Sinema ve İyi Kötü Film çok yakın dostluklar kurmuş, birbirleriyle fikir alış verişi yaptıkları kadar, bir o kadar da konuk yazar olarak birbirlerini destekleyen oluşumlardı.
Öteki Sinema ve Korku Sitesi yazarı Fatih Danacı, üstadımız Giovanni Scognamillo için Dükkan-ül Hayal’in o güzel ekibinin ev sahipliğinde bir doğum günü partisi düzenlemek istemiş ve sadece sinema değil, genel olarak fantazyaya gönül vermiş, zaten efsaneleşmiş yazar, sinemacı ve akademisyenlerin yanı sıra günümüzde başarıdan başarıya koşan pek çok büyük ismi bir araya toplamayı başarmıştı. Katılım ve atmosfer olağanüstüydü. Kimler yoktu ki?… Tek tek yazmaya kalksam sayfalar tutar.
Üstadımız mekana vardığında alkışlarla karşılanmış, kendisini bekleyen Dükkan-ül Hayal’in tasarımı ve hediyesi olan kuru kafalardan yapılmış bir tahta oturmuştu. Bahsettiğim bu sinema blogları da etkinliğe ufak da olsa katkı sağlamış yazarlar olarak günler öncesinden Dükkan-ül Hayal’de gerek temizlik ve gerek dekor/tasarım işlerine yardımcı olmuştu. Bir de üstüne Dükkan-ül Hayal’in özel prop koleksiyonları o gün sergilenmek için getirildiğinde günün anlam ve önemi ortaya çıkmıştı.
Geceye katılan fantazyanın bütün o değerli isimlerini kapıda, girişte yerde sepete yatırılmış bir ceset karşılıyordu ki ne kadar günler öncesinden kendisine alışmaya çalışsam da her içeri girişimde bir fena oluyordum… Ve o akşam kurulan dostluklar kadar pek çok proje ve oluşumun temelleri atıldı.
Burak Bayülgen
1983 yılında İstanbul’da doğan Burak Bayülgen. İstanbul Bilgi Üniversitesi Sinema/TV bölümünden mezun olmuştur. Yüksek lisansını Bahçeşehir Üniversitesi’nde tamamlamıştır. Aynı üniversitede doktora çalışmalarını sürdürmektedir. Çocuklar için yazdığı Sina’nın Sihirli Resmi ve Centilmen Uyku adında iki adet kitabı bulunmaktadır ve korku sineması alanında çok sayıda makalesi yayınlanmıştır. Yazdığı dergiler arasında Kültür Mafyası, Kargamecmua, Sinema Terspektif ve At Kafası Dergisi bulunmaktadır. Kaya Özkaracalar önderliğinde çıkan Korku Yıllığı’nın tüm sayılarına katkıda bulunmuştur. Alacakaranlık Dergi ve Kitap da yazın hayatını sürdürmektedir.
UNUTAMADIĞIM SİNEMA ANILARIM
Sinema anılarıma dönüp bakınca, unutamadığım ilkler ve sonlar birer birer aklıma düşüyor, hatıralar başka hatıraları çağırıyor. Mesela ilk izlediğim film, 1995’te Bakırköy’de Carousel’deki sinemada “The Santa Clause” (1994). Edirne’ye taşındıktan sonra sinemada izlediğim ilk film, Prestige Sineması’nda Şubat 2001’de “Komiser Şekspir” (2000). Prestige Sineması, Edirne’de neredeyse iki haftada bir gidip izlediğim nice filmle hatıralarım arasında, şahane bir kafesi vardı, sinema dergileri ve sade dekoruyla hatırlıyorum -gişeyle 1’inci salonun arasında tepede asılı büyük pırpırlı savaş uçağı dekoru hariç-, erkenden gidip dergileri karıştırırdım. 2002 Şubat gibi “The Lord of the Rings: Fellowship of the Ring”i (2001) ve 2003 Nisan gibi “The Lord of the Rings: The Two Towers” (2003), 2001 gibi yeniden sinemalarda gösterime giren “The Exorcist” (1973) hep orada izlediklerimden. 2004 Mart gibi kapatılmadan önce orada izlediğim son film, “Pirates of the Caribbean: The Curse of the Black Pearl” (2003) olmuştu. Prestige Sineması kapanınca, şehirdeki tek sinema olan Çarşı’da Orduevi’nin karşısında Muhittin Günel İş Merkezi’nin alt katındaki Carmen Sineması’nın müdavimi olduk. Edirne’de bir Karaağaç, Söğütlük korusuna gittiğimizde bir de Carmen Sineması’nın salonlarına indiğimizde telefonlarımızın çekmediği o yıllarda, Cuma geceleri son seans korku filmi izlemelerimiz dahil bir nice hatıra biriktirmişimdir. Bir ara ağustos 2009’da iş merkezinin terasında yazlık sinema organizasyonu gerçekleştirmişlerdi. Sonradan Oscar Sineması adını alan bu yer 2013’ten sonra düğün salonu oldu. Orasıyla ilgili en unutamadığım iki anım var, -biletlerin büyük bir kısmını saklıyorum-. Birincisi; 25 Ekim 2006 Çarşamba günü 15.00 ve 21.45 seanslarında aynı günde iki kere Cem Yılmaz’ın “Hokkabaz” (2006) filmini izlememdir. İkincisi; 1 Mart 2006 Çarşamba günü “Hacivat Karagöz Neden Öldürüldü?” (2006) filmini izleyip âdeta büyülenmiş bir vaziyette salondan çıkmamızdır. Tabii bir de gidemediğim, afişlerini gördüğüm halde kaçırdığım filmlerden hatırladıklarım da var. Mesela yine yıllar önce 1996’da, Bakırköy Carousel’de “İstanbul Kanatlarımın Altında” (1996) filmini görüp gitmeyi istemiştim ama kabil olmamıştı. Yine aynı yıl çok görmek istediğim halde “Eşkıya”yı da (1996) izleyememiştim. İnternetten ziyade gazete, dergi ve televizyonlardan takip edebiliyoruz o senelerde sinema haberlerini, 1999 senesinde “Blade” (1998) ve John Carpenter’ın “Vampires”ı (1998) yakın zamanlarda vizyona girmişti, salonda durma sürelerini bilmediğimden ikisini de kaçırmıştım.
Mehmet Berk Yaltırık
Tarihçi ve korku-fantastik hikâye yazarı. FABİSAD üyesi. 19 Temmuz 1987’de doğdu. 2010’da Trakya Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Tarih bölümünden mezun oldu. Aynı üniversitede, Sosyal Bilimler Enstitüsü’ne bağlı Tarih Anabilim Dalı’nda Genel Türk Tarihi alanında, “Moğolların Deşt-i Kıpçak Seferleri” teziyle yüksek lisansını tamamladı. Aynı üniversitede yine tarih bölümünde doktora eğitimini sürdürüyor. Çeşitli internet sitesi ve fanzinlerde, dergilerde araştırma yazıları ve hikâyeleri yayınlandı. Şu an Kırım Haber Ajansı’nın (QHA) Türkçe sayfa editörlüğünü yapıyor. “Anadolu Korku Öyküleri 2” (Bilgi Yayınları), “Gio Ödülleri 2013 Seçilmiş Öyküler” (İthaki Yayınları), “Güçoburlar” (Doğan Kitap), “Aşkın Karanlık Yüzü” (İthaki Yayınları), “Anadolu Korku Öyküleri 3-Yılgayak” (Bilgi Yayınları), “Karanlık Yılbaşı Öyküleri-Aralıktan Sızan Karanlık” (Bilgi Yayınları) çalışmalarında yer aldı. “Yedikuleli Mansur” (İthaki Yayınları) romanının ve “Gölgeli Öyküler” (Yenisey Yayınları) adlı öykü kitabının yazarı. “Türk Kültüründe Hortlak-Cadı İnanışları“ ve “Eski İstanbul Kabadayısı Figürü ve Bir Şehrin Yaşadığı Değişimler” adlı makalelerin müellifi. Devrim Kunter’in Seyfettin Efendi çizgi romanlarının bazı ciltlerinde danışmanlık yaptı. Bir öyküsü “Seyfettin Efendi ve Esrarengiz Hikâyeleri-1”de Kunter tarafından çizildi. FABİSAD’ın düzenlediği 2013 GİO Hikâye Yarışması’nda “Kumarcı Bahattin” adlı öykü ile dereceye girerek “Öykü Başarı Ödülü” ve Türkiye Bilişim Derneği’nin düzenlediği “TBD Bilimkurgu Öykü Yarışması 2013’de “Hekim Maliguri’nin Acayiplikleri” adlı öykü ile mansiyon kazandı. 2017’de “Yedikuleli Mansur romanıyla GİO Roman Ödülleri’nde dereceye girerek “Başarı Ödülü” aldı.
TARİHE NOT DÜŞEREK KAPANAN SİNEMA
Yalnızca ABD’nin arabalı sinemaları veya ülkemizin yazlık sinemaları tarihe karışmakla kalmadı, artık ‘balkonu’ olan, devasa tek bir salonlu ve büyük perdeli sinemalar da çoktan tarih oldu. İstanbul’un tarihi sinemalarından Emek’in başına gelenler hepimizin malumu, belleğimizde taze. Ankara’da ise Emek’in muadili, şehir merkezindeki, yegane salonu 911 koltuk kapasitesine sahip Akün’dü. Akün’ün işletmecileri, sinemaseverler içinde, büyük perdede film izleme olanağına öncelik veren kesimin sayısının sinemalarını ayakta tutmaya yeteceğini umuyorlardı. Ancak ne yazık ki bazı Türk filmleri ve Yüzüklerin Efendisi gibi birkaç gişe rekortmeni dışında izleyici sayısı ‘balkonu’ doldurmaya anca yetiyordu. Sonunda 2002’de Akün pes etti ve perdelerini kapattı.
Ancak Akün’ün kendisi gibi kapanışı da muhteşem olmuştu. Ülkemizin kültürel tarihinin parçası olan nice sinemalar geçmişte sessiz sedasız kapılarına kilit vurmuşken başkentin kültürel dokusunda nadide bir yere sahip Akün, belki de Ankaralı olmanın farkını ortaya koydu. Perdelerini 1975’te Hababam Sınıfı ile açmış olan Akün, son gün son seansında özel bir gösterim yaparak perdeye yine Hababam Sınıfı’nı getirdi! Sinemanın bütün çalışanları son mesailerine adeta düğündeymişçesine giyinip kuşanıp gelmişlerdi ve ‘konuklarını’ kapıda, yakalarına takmak üzere hazırlanan veda rozetleri dağıtarak karşıladılar. Ankaralılar da hazırlıklıydı, sinemayı tıka basa dolduran yaklaşık bin kişilik izleyici kitlesi içinde fotoğraf makinalarıyla gelip hatıra fotoğrafı çekenler görülüyordu. Hababam Sınıfı’nın, Yeşilçam’ın çoğu hayatta olmayan emektarlarının filmdeki sahnelerinden enstantanelerinden oluşan jeneriği perdeye geldiğinde salondan büyük bir alkış koptu; bu arada filmin finaline doğru Münir Özkul’un canlandırdığı müdür muavini Mahmut Hoca’nın, okul müdürünün suratına “Ben tüccar değilim, eğitimciyim!” diye haykırdığı sahnede de salondan büyük bir alkış koptuğunu kaydetmek gerek. Ama asıl büyük alkış, filmin “son” yazısıyla birlikte perde kapanırken tüm sinema çalışanlarının sahneye çıkıp izleyicilere el sallayarak veda edişinde geldi, bütün sinema ayaktaydı. Bir sinema sessizce, usulca değil, tarihe not düşerek perdelerini kapıyordu…
Kaya Özkaracalar
1968’de İstanbul’da doğdu. Lisans ve yüksek lisans derecelerini ODTÜ’de Siyaset Bilimi alanında, doktora derecesini Bilkent Üniversitesi’nde Grafik Tasarım ve Sanat alanında almıştır. Türkiye’nin fantastik sinema üzerine yoğunlaşan ilk dergisi olan Geceyarısı Sineması’nın (1998-2004) editörlüğünü yapmıştır. Türkiye’de ve yurtdışında çeşitli yayınlara katkıda bulunmuş olan Özkaracalar 2015’ten bu yana (salgın dolayısıyla sinemaların kapalı olduğu dönemde ara vermiş olsa da) İleri Haber portalı için haftalık film eleştirileri yazıyor ve Sinema Yazarları Derneği (SİYAD) yönetim kurulu üyesi olarak görev yapıyor. Gotik (2005) ve Geceyarısı Filmleri (2007) adlı iki kitabın yazarıdır ve Behice Boran: Son Nefesine Kadar (2006) dahil olmak üzere çeşitli belgesellerde eş-yönetmenlik yapmıştır. Bahçeşehir Üniversitesi Film ve TV Bölümü’nde doçent kadrosunda öğretim üyesi olarak dersler vermektedir.
SİNEMA SARAYI’NDA BİR GÜN
Sinema anısı denince aklıma ilk gelen, babamın ara ara anlattığı ilk kez sinemaya gidiş hikayesidir. Babam şimdi 58 yaşında. Tam 50 yıl önce dedemle şu an yaşadığımız Artvin’in Esendal köyünden Yusufeli ilçesine inmek için yola koyulmuşlar. 22 km’lik yolun yaklaşık 18 km’sini yürüdükten sonra uzaktan toprak yolu tozu dumana katarak gelen kırmızı bir JS Jeep görmüşler.
Dedem babama, “Seni bugün arabaya bindireyim mi?” diye sormuş. Babamın cevabını beklemeden de eklenmiş: “O şimdi geri döner, bizi de alır.” Babam o gün ilk defa araba görmüş ve birazdan da ilk defa arabaya binecekmiş. Velhasıl otomobil rahmetli Ali dedemin dediği gibi dönüp gelmiş, yanlarında durmuş. Dedem babamı koltuk altlarından tutup arabaya atmış. Ardından da kendi binmiş. Jeepin kapıları yokmuş. Kapı yerine naylonlar asılmış. Babam kapıları olmayan jeepin içinde virajlarda düşmekten korktuğu için şoför koltuğunun arkasına yapışmış.
En sonunda Yusufeli’ne inmişler. Birkaç gün bir tanıdıklarının yanında kalmışlar. O evde babamdan birkaç yaş büyük çocuklar da varmış. Babamı gezdirip eğlendiriyorlarmış. Babamı alıp sinemaya götürmüşler. Bugünkü Yusufeli belediye binasının alt katındaki küçük dükkân sinema salonuymuş. Sinema salonunun adını babam hatırlamıyordu. Doğrusu pek kimse ismini hatırlamıyordu. Tek bir sinema salonu olduğu için isim önemsenmemiş olacak. Ama biraz sorup soruşturduktan sonra bizzat sinema sahibinin oğlundan sinemanın adının Saray Sineması olduğunu öğrendim. Babama bunu söyleyince, “Hakikaten kapısında kocaman ‘Sinema Sarayı’ yazıyordu.” diye hatırlayıverdi.
Küçük karanlık bir dükkâna girip beyaz perdenin üzerinde canlanacak kocaman resimleri beklemeye başlamış babam. Çünkü ona sinemayı böyle açıklamışlar. Film başlamış. Bugün filmin ismini de hatırlayamıyor ama bir Yılmaz Güney filmiymiş. Hayranlıkla ve heyecanla izlemiş filmi. O nedenle olacak ki Yılmaz Güney ve Tarık Akan’ı pek sever babam. Yusufeli sinema salonunda izlediği filmlerle Yılmaz Güney ve daha sonra da Tarık Akan ile tanışan babam, yıllar sonra Artvin sinema salonunun kapısında Tarık Akan ile bizzat tanışacaktı. Tarık Akan’a tokalaşmak için elini uzatırken tıpkı bir çocuk gibi heyecandan gözlerinin içi gülecekti. Ama bunun için aradan kırk yıl daha geçmesi gerekiyordu.
Babam sinemaya gitmeyi çok sevmiş. Zaten birkaç yıl içinde de köyden, sarı kuşağı olan kırmızı bir minibüse dolup köyce sinemaya gelmeye başlamışlar. Babam dizleri yamalı pantolonu, altı delik lastik ayakkabılarıyla cebinde beş kuruş olmadığı halde aralardan sıvışır atlarmış minibüse. Aynı şekilde yine aralardan sıvışarak sinema salonuna dalar, Yılmaz Güney filmleri izlermiş. Zira bu küçük yerin küçük sineması, seyirciyi vurdulu kırdılı, avantür filmlerle kendine çekermiş sanırım. Ben babam gibi köyde doğum büyümesem de sinemayla tanışmam oldukça geç oldu. Ama babamın hevesle anlattığı bu anı beni oldukça etkilemiş, sinemaya ilgi duymamı sağlamıştı.
Ayşenur Özdemir
1994 yılında Artvin’de doğdu. Kocaeli Üniversitesi Radyo Televizyon Sinema bölümünden mezun oldu. Öğrenimi sırasında okulun radyosu Radyo Ki’nin prodüksiyon biriminde çalıştı. Mezun olduktan sonra bir süre Kaçkar TV, Çoruh’un Sesi gibi yerel işletmelerde çalıştı. En sonunda ekolojik yaşamı tercih edip köye yerleşti. Bir yandan bitkisel ürünler üretip satarken, bir yandan da yazarlık yapmakta.