The Night of the Hunter / Caniler Avcısı (1955)
İlk kez “Ölmeden Önce Görmeniz Gereken 1001 Film” kitabında rastladığım “Caniler Avcısı” (The Night of the Hunter, 1955) filminde beni etkileyen en önemli şey, filmi tanıtmak için konan görseldi. Bu görselde filmin başrol oyuncusu Robert Mitchum’un oynadığı Harry Powell karakteri vardı. Simsiyah vaiz kıyafetleri giymiş, kafasına melon şapka takmış, sol elinin parmaklarında “hate” ve sağ elinin parmaklarında “love” dövmesi olan bu adam, o anda zihnime kazınmıştı. Tek bir sayfadaki tek bir resim beni yıllardır düşünmeye sevk ediyordu. Bu film hakkında bir şeyler yazmak konusunda kısmet bugüneymiş!
“Caniler Avcısı”nda sinema tarihinin en etkileyici “kötü adam” imajlarından birini izliyoruz. Patrick Bateman (American Psycho, 2000), Anton Chigurh (No Country for Old Men, 2007), Jack Torrance (The Shining, 1980) gibi karakterler bu listeye girebilir. Ama Stephen King’in sinema tarihindeki en canavar ruhlu karakterlerden biri olarak lanse ettiği, vaiz kılığında gezen Harry Powell kadar saplantılı olanını daha görmedim. Onu diğer canilerden ayıran bir diğer özellik personasını benimsemiş olması ve yaptıklarını birer görev olarak kabul etmesi. 25 kadın öldürmüş olması (bilinen) ve 10 bin dolar para için dere, tepe demeden ufak John ve Pearl’ün peşinden gitmesi onun ne kadar gözü dönmüş biri olduğunu bizlere gösteriyor.
Charles Laughton’un İlk ve Tek Yönetmenlik Denemesi
Filmin yönetmeni Charles Laughton, 1899 tarihinde sinemanın keşfine çok yakın bir zamanda doğmuş. İngiliz asıllı, tiyatro kökenli bir oyuncu olan Laughton, 1933 yılında “The Private Life of Henry VIII.” filmi ile de “En İyi Erkek Oyuncu” Oscar heykelciğini kucaklamış. Yani dönemin başarılı oyuncularından biri.
Laughton, 1950 yılında Amerikan vatandaşı oluyor ve 5 sene sonra kariyerinde ilk ve tek yönetmenlik yaptığı film olan “Caniler Avcısı”nı çekiyor. Bu 5 senelik zaman diliminde Amerikalaşmayı özümseyen Laughton, buhran yıllarını filmde alt metin olarak vermeyi başarmış ve Amerikan yaşam düzenini, o tarihte çocuk olmayı filmine yedirmiş.
Filmin kült mertebesine erişmesi ne yazık ki 80’li yıllardan sonra olur. “Caniler Avcısı” gösterime girdiği yıl ne eleştirmenler tarafından sevilir ne de gişede başarı kazanabilir. Bunun sebeplerinden biri de bence ticari sinemanın kurallarına aykırı hareket etmesi. Laughton, üslupsal hataları olsa da “benim anlatacak bir derdim var, popüler sinemaya hizmet etmeyeceğim, zaten kendi sinema kariyerimde yapacağımı yaptım” deyip bir nevi herkesi karşısına alıp döneminde anlaşılamayan, beğenilmeyen ama günümüze gelindiğinde değeri anlaşılmış bir film çekmiş. 1992 yılında, Birleşik Devletler Kongre Kütüphanesi tarafından kültürel, estetik ve tarihi bakımından taşıdığı önem nedeniyle film koruma altına alınmış. Ayrıca Film, David Lynch, Martin Scorsese, Terrence Malick ve Coen Biraderler gibi kalburüstü yönetmenleri etkilemiş. Açıkçası tek bir filmle bunca başarılı yönetmeni etkisi altına almak büyük başarı. Laughton’u başka filmlerde daha görseydik yüksek ihtimal çok başarılı bir auteur yönetmen olacaktı.
Kendisine sorulan bir soru üzerine “suratım fil kıçına benziyor” diyen yönetmen, belki de bilinçli bir şekilde Robert Mitchum’u başrol olarak seçti. Robert Mitchum’da birkaç röportajında çirkin olduğundan, itici ve korkunç bir yüz ifadesine olduğundan bahsetmiş. “Caniler Avcısı”, bu çirkin adamların yaptığı güzel bir film! Laughton, deneysel sinemanın sınırlarını zorlamakta çok başarılı ve kendiyle beraber bizi bir keşfe çıkartıyor.
Filmin Esinlendiği Edebi Akım: Güney Gotiği
Senarist James Agee, filmi Davis Grubb’un 1953 yılında yazdığı aynı adlı romandan uyarlamış. Roman Flannery O’Connor’ın yapıtlarına çok benziyor. Türdeş, kardeş gibiler. Güney Gotiği (Southern Gothic) türünde yazan O’Connor gibi Truman Capote, William Faulkner, Tennessee Williams ve Carson McCullers’i bu türün diğer yazarları arasında konumlandırabiliriz. Güney Gotiği’nin en belirgin tarafı, insan doğasının göze pek hoş görünmeyen şeytani yönlerini barındırması. Bir anlamda Davis Grubb da kitabında okura, insanın karanlık kapılarını açıyor.
Güney Gotiği’nde tekinsiz ve ironik bir üslup hâkimdir. Bu eserler rahatsız edici ilerler ve alaycı bir şekilde sonlanır. Mekân olarak ise ABD’nin güneyi seçilmiştir. Irk konusu sezdirilmeden mesele edilmiş, ahlaki açıdan maraz, toplum dışı tipler öne çıkarılmıştır. Bu akımın ana fikri, 20. yüzyılın ilk yarısında ABD’de yaşanan hızlı yenileşmenin muhafazakâr kesim olan güneylilerdeki yıkıcı etkileridir. Beyaz ırkın egemen olduğu, siyahlarla aynı düzen içinde yaşamak ve aynı haklara sahip olmanın onlara verdiği hüzün irdelenir. Yobaz insanlar, satır aralarından her daim fışkırır. İşte filmin başvuru kaynağı, böyle bir düzlem üzerine yazılan kitaptır.
Filmin Başarısındaki Pay Sahibi: Senarist James Agee
“Caniler Avcısı”nda senarist James Agee’nin etkisini de hiç yabana atmayalım. 1941 yılında ünlü fotoğrafçı Walker Evans’la güney eyaletlerini gezip “Let Us Now Praise Famous Men” adlı fotoğraf kitabını çıkarmışlar. Agee, bu kitabın metinlerini yazmış. Ekonomik buhran dönemindeki Güneyli halkın panoramasını çıkarmışlar ve güneydeki yoksul hayatı, filmde de gördüğümüz kimsesiz, dilenen çocukları gözlemlemişler. Bu gerçeklikler Agee’nin senaryoda başarılı olmasına sebebiyet vermiş bence.
Filmin başarısında bir diğer unsur ise kitabın gerçek olaylardan esinlenilerek yazılması ve bunun da filme olduğu gibi geçirilmesi. West Virginia’da iki dul ve üç çocuğu öldüren, 1932 yılında yakalanıp aynı yıl içerisinde asılarak idam edilen Harry Powers’ın gerçek yaşam öyküsü ya da hayatının bir bölümüne dayandırılmış. Toplum tarafından bu cinayetlere isim bile verilmiş: ”Yalnız Kalpler Cinayetleri”.
Caniler Avcısı’na Giriş
Sessiz sinemanın ikonik oyuncularından biri olan Lillian Gish’in çocuklara dini bir nutuk çekmesi ile açılır film. Sonra ilk cinayetin cesedi bir evin bodrumunda bulunur. Bulanlar ise sokakta koşuşturan çocuklardır. Film, Ben Harper adlı bir babanın banka soygunu sonrası iki kişiyi öldürmesi ve yakalanmadan önce çaldığı 10 bin doları çocuklarına bırakması ile asıl meseleye giriş yapar. Tüm curcuna bu kanlı para yüzünden gerçekleşir. Çocukları Pearl ve John’u tembihlemiştir baba. Bu paradan, anneleri dâhil kimseye söz etmeyeceklerdir. Bu şekilde kendi yaşadığı talihsiz hayatı çocuklarının yaşamasını önleyecektir baba. Büyük Bunalım’ın yaşandığı 1930’lu yıllarda sefillik, açlık had safhadadır ve Ben Harper, çocuklarının bu içinden çıkılması bir hayli zor dönemi rahat atlamaları için kendini feda etmiştir. Hapse düşer ve idam cezasına çarptırılır. Harper’ın koğuş arkadaşı araba hırsızlığından yakalanan Harry Powell’dır. Film tarihinin bence en karizmatik kötü adam tiplemesiyle karşı karşıyayızdır. Zengin dulları öldürüp paralarına konan bu adamın en korkunç yanı ise rahip tiplemesine bürünmesi ve Hristiyanlığı yorumlayışıdır. Uykusunda sayıklayan Harper’ın paraları çocuklarına bıraktığından şüphelenen Harry Powell, bu düşünceyi takıntı boyutuna getirir. Akabinde olaylar gelişir ve yol alır…
Ben’in idamının ardından hapisten çıkınca Harry Powell’ın ilk işi Ben’in dul karısı Willa’yı dolayısıyla çocukları bulmak olur. Powell’ın sosyopatlığı araba yolculuğu esnasında seyirciye gösterilir. Bu sahnede Powell, gökyüzüne bakarak Tanrı ile konuşur. Sanki onun bir arkadaşı, sırdaşı ona öldürme görevlerini meşrulaştırıcı yetkiyi veren otorite gibi yansıtılır. Hatta Harry inandığı meçhul tanrısına da peşkeş çeker. Sende öldürüyorsun sana karşı çıkan seni sorumlu tutan yok bu yaptıklarından diyerek kendi öldürme arzusunu kendince mantıklı bir düzleme oturtur.
Willa’yı ve kasabayı kandırması çok kısa sürer ve mahalleli tarafından çok sevilir. Başta belirttiğim parmaklardaki “love” ve “hate” dövmelerinin de kullanılma sırası gelmiştir. Mahalleden esnaf iki bunağın, Willa ve John’un bulunduğu bir dükkânda teatral bir sahne izleriz. Son darbeyi indirip kaleyi içten fethetmesine ramak kalmıştır. ”Sağ ve sol elin hikâyesini bilir misiniz?” diye söze başlar. Pür dikkat hepsi, onun adeta mekanik hareketlerini izlerler. Kim bilir daha önce bu anlattıklarını kaç saf insana anlatmış ve kandırmıştır Powell. İki elini birbirine kenetler ve karşındaki insanları büyüleyici sözleri söyler: ”Sol el! Kabil’in kardeşine son darbeyi indirdiği eli, sol eliydi. Sağ el! Üzerindeki damarların, doğrudan insanın ruhuna gittiğini görüyor musunuz?”
Powell, akıllı bir adamdır. Toplum tarafından hiç fark edilmeden yaşamak için takdir edilmek için yaşça büyüklerin, söz sahibi olanların etkilenmesi gerektiğini biliyordur. Yaşlı dükkan sahibini etkilemesi ona Willa ile evlenmenin yolunu açacaktır. Çünkü hiçbir şeyden habersiz yaşlı kadın, rahip sandığı adamdan etkilenmiş ve dul Willa’ya onun Tanrı tarafından karşısına çıkartılan bir lütuf olduğunu her fırsatta belirtmiştir. Willa baskılara daha fazla dayanamaz ve Powell ile hayatını birleştirir. Powell için ilk görev tamamdır. Çocuklara yaklaşmak için en büyük fırsatı yakalamıştır. Son olarak paranın yerini öğrenmesi gerekecektir ve bunu tere yağından kıl çeker gibi yapacağını düşünür.
Harry Powell, John ve Pearl’ün cici babaları olduğundan sonra fırsat buldukça paranın yerini sorar. Ama her seferinde cevap alamaz. Çocuklar babalarına söz vermişlerdir ve söylemeye hiç niyetleri yoktur. Küçük Pearl, biraz daha küçük ve saf olduğundan paranın yerini söylemeye çok yaklaşır ama her seferinde abisi tarafından engellenir. Bu konuyu annelerine açınca annesi John’a inanmaz ve Harry’i sevmediğini babasını özlediği ve Harry’yi kıskandığı için bu tarz yalanlar söylediğini düşünür. Bir yandan seyirci olarak bizde merak içinde paranın nerde saklandığını düşünürüz. Bu konuda bir sahne var ki tarihine göre çok başarılı ve akılda kalıcı. Hatta gerilim filmlerine taş çıkartır cinsten. Pearl, paraları bahçenin önüne saçar. Sonra John ile toplamaya koyulurlar. Verandaya çıkan Harry ne yaptıklarını sorar. Seyirci tüm kişileri görür ama Harry’nin açısından John ve Pearl’ün ne yaptıklarını göremez. Sonra içeri girerler. Harry içeri girmeden önce yerde kalan bir kaç tomar para rüzgârın etkisi ile Harry’nin ayaklarının arasından geçer gider, fark etmez. Bu sahnede hem absürtlük doruk noktasındadır hem de gerilimi seyirciye şırınga ile zerk eder yönetmen Laughton.
Kapanış: İyilik mi Kazanacak Kötülük mü?
“Caniler Avcısı” stüdyoda çekilmesinin avantajıyla Alman dışavurumculuğunu yoğun biçimde kullanmış ve Işık-gölge oyunlarına sıkça yer verilmiş. Filmde öldürme eylemi hiç gösterilmemiş. Sadece fiilin bittikten sonraki halini görüyoruz. Evden kaçan çocukları Harry’nin kovaladığı sahneler en beğendiğim sahneler oldu. Orson Welles’in “Muhteşem Ambersonlar” (The Magnificent Ambersons, 1942) filmindeki çarpıcı etkisiyle adından söz ettiren ve dönemin tüm yönetmenlerin çalışmak istediği bir görüntü yönetmeni olan Stanley Cortez farkını yine belli etmiş! Renkli çekimler çoktan gelmiş olsa da 30’lu yılları anlatmak için film siyah-beyaz çekilmiş. Biraz cesurca bir hareket olmuş. Bu yüzden dönemi içinde eleştiri aldığı noktalardan biri de bu olabilir.
Robert Mitchum’un oyunculuğu ise bir caniye ait bütün özellikleri, duru ses tonundan, sakin yürüyüşüne kadar en ince ayrıntısına kadar taşıyor. Şarkı söylediği sahneler onu daha da ürpertici bir role büründürmüş. Filmin gerilimini zirveye çıkarıyor ve tınısı film bittikten sonrada kulaklarda yankılanıyor. Zaten filmin sahip olduğu özgün havayı kullanılan şarkılar ve ekspresyonist stili sağlıyor. Birçok eksiği olsa da artıları eksilerinden fazla olduğu için kendini amorti eden bir film “Caniler Avcısı”.
Yazar: Umut Uçan