Deadline Gallipoli – 1. Sezon (2015)
Gelibolu’da ki tarihi kahramanlıkları, vatan toprağının bir karışının bile müdafaası için gencecik neferlerin şehit düştüğünü biliyorum. Biliyorum çünkü okudum. İlk okuldan beri yüce, şanlı tarihimizi bize öğrettiler. Tarih kitaplarında hep ecdadımızı okuduk, öğrendik. 16-17 yaşındaki çocukların kanlarıyla boyadığı toprakları her yaz, hemen hemen gezmişimdir. Şehadet şerbetini içenlerin körpecik bedenleriyle kaplı toprakları görmek sadece bir Gelibolulu olarak benim boynumun borcu değil, tüm Türk vatandaşlarının görevidir. Bir kere gelip görmek yetmez ama bir kere gelenin bir daha geleceğine, gelmek isteyeceğine adım gibi de eminim…
Ne demiş şair, “Bastığın yerleri ‘toprak!’ diyerek geçme, tanı: Düşün altındaki binlerce kefensiz yatanı”. Bir yaz günü ailecek piknik yapmaya gittiğimizde, mesire alanında bu yazıyı görmüştüm. Daha küçücüktüm ve gördüğüm yazıdan çok, kurduğum hayaller beni etkilemişti. Yediğimiz içtiğimiz toprağın altında isimsiz yüzbinlerce şehit vardı. Baş ağrıları yapan bir tahayyül deneyimiydi. Nice zorlu savaşların olduğu, iki düşman ordusunun savaş durduğu sırada eşya değiş tokuşu, sigara takası yapması gibi anekdotlarla tarihe damgasını vuran insanlık dramı veya insanlık ayıbı desek daha doğru olur. Her ne kadar Gelibolu’da olanları biliyor olsam da hep tek taraflı bildiğimi fark ettim. Oysaki bu savaşı İngilizlerin komutasında Anzaklarla yapmıştık. Okuduğum kaynaklar hep Türk tarafına aitti ve benim için karşı tarafın bakış açısı hep muğlaktı. Ta ki “Deadline Gallipoli” ile karşılaşana kadar…
Anzakların Gözünden Gelibolu
Avustralya kanalı Foxtel için hazırlanan bu iki bölümlük mini diziye başlarken önyargılarım vardı. Mevzu Gelibolu gibi tarihi bir gerçeklik olunca insanın hassas olması çok normal. Bende dizinin yapımcılarının gerçeklikten sapmış, tarihi saptıran bir bakış açısı tutturduğunu düşünmüştüm. Ama yanılmışım! Öncelikle karşımızda iki bölümlük sinema filmi duruyor desek yanılmayız. Çünkü iki bölümün uzunluğu üç saati geçiyor ve dizinin anlatmak istedikleri için çok yeterli bir olanak sağlıyor.
Deadline Gallipoli’nin maestrosu daha önce “Battlestar Galactica” dizisi yönetmiş ve bir iki tane de uzun metraj çekmiş Michael Rymer. Yönetimi her iki ülkeyi de kızdırmayacak şekilde yapmış. Derdini anlatmasını bilen, politik olmaktan kaçınan, kimsenin yarasına tuz basmayan bir yönetim sergilemiş. Elindeki imkanları kullanmasını bilen bir yönetmen olduğu apaçık. Bizim “Veda (2010)” filmimiz için 9 milyon dolar harcandığını duyunca “Deadline Gallipoli”ye gıpta ile bakmamak elde değil. Senaryo yazarlarından biri de “Pirates of the Caribbean” serisiyle adını duyduğumuz Stuart Beattie olunca da akıcılıkta hiç sorun yaşamayan, saat gibi işleyen bir dizi çıkıveriyor karşımıza.
Yukarıda ön yargılarım olduğunu söylemiştim, bunu açmak istiyorum. Öncelikle Türk ordusu güçsüz, beceriksiz olarak gösterilmiyor. Tam tersi dizinin baş karakterlerinin ağzından savaşçı, ülkesini koruyan, sadık, vefakâr kişiler olarak aktarılıyor. Ne yazık ki Türk askerinin gösterildiği sahne çok az. Bu film Anzak siperlerine ve başroldeki dört muhabir gazeteciye odaklanıyor. Odağına Türk askerini almaktan kaçınıyor. Birkaç yerde görüyoruz Mehmetçiği. Görüldüğü kısımda ise giyim kuşam olarak Türk filmlerindekinden daha gerçekçi yansıtılmış. Ama ne yazık ki bir türlü düzgün Türkçe konuşmuyorlar. Sanki Türk değil de Ermeni bir vatandaş konuşuyormuş gibi bir durum var. Ya da arka fondaki Türk askerlerinin bağırış çağırışları internet üzerinde olan ücretsiz sesler gibi duruyordu. Gözüme batan detaylar bunlardı.
Dizinin oyuncu kadrosunda Sam Worthington, etkileyici bir performans sergiliyor. Hatta oynadığı sinema filmlerinde duygusu burada olduğu kadar hiç geçmemişti. Hiçbir zaman bir A sınıfı oyuncu kategorisine geçemeyecek bir oyuncu olan Wortington’un zaten bunca sağlam filmde nasıl başrolü kaptığını merak ediyorum. İlginç bir bilgi de filmografisinde sürekli savaş filmi olması. Şu zamana kadar Yunan mitolojik savaşçısı, Amerikan subayı, Anzak ordusunda görevli asker, Avatar’ın fütüristtik eri, hatta Terminator’de bir robottu. Savaş filmi olduğu müddetçe Worthington’a ekmek var. Dizinin ağır toplarından biriside “Hannibal” dizisi ile yüzünü tanıtan oyuncu Hugh Dancy. Bıyık bırakmış haliyle onu tanımak çok zordu. Hatta yer yer Gael García Bernal’e çok benzettim. Muazzam derecede başarılı bir oyunculuk sergilemiş. Artık dizi oyunculuğuna ağırlık vermeyip sinema filmlerinde görmek istediğim bir oyuncu kendisi. Son olarak “Game of Thrones” takipçilerinin yakından tanıyacağı Charles Dance’nin de rol aldığını söylemeliyim.
Muhabirlerin Fotoğraf Karesinden Gelibolu
Çanakkale Savaşı’nın 100. yılı için çekilen dizide, Avustralyalı gazeteciler Charles Bean, Ellis Ashmead-Bartlett, Phillip Schuler ve Keith Murdoch’ın gözünden, 1915 yılında yaşananlar anlatılıyor. Katliamları durdurmak isteyen gazeteciler, savaşı bitirmek için yetkilileri ikna etmeye çalışıyorlar. Bu muhabirler bizlere önce burnu kalkık, lümpen ve şımarık karakterler olarak gösteriliyor. Kimisi kadın düşkünü, kimisi de alkol bağımlısı. Ama daha sonra askerlerle birlikte cephede görev aldıkça hepsinin karakter gelişimi sağlanıyor. Önce uydurma haberler yazan bu muhabirler daha sonra hükümet tarafından kabul edilmese de savaşın gerçekliklerini birebir yazıyorlar. Savaşın zalimliği bu muhabirleri de değiştiriyor. Önce karakterlerin ön planda olup savaşın geri planda olmasına şaşırmıştım ama bunu yönetmen dengede götürmüş. Karakterlerin savaş yüzünden psikolojilerinin değişimini izlemek bu manasız harbi anlamak için etkileyici. Savaşı bitirmek için uğraşan muhabirler, 50 binden fazla askerin ölmesi, hastalanması, donmasına tanık olduktan sonra eski kişiliklerini kaybediyor. Bu muhabirlerde kendilerini çevreleyen kabuklarından sıyrılıp bir an önce ordunun Gelibolu’dan ayrılması için çaba sarf ediyorlar. Savaşmayı bilmez denilen Türk ordusu, son kişi kalana kadar topraklarını müdafaa ediyor. Ama ne yazık ki İngiltere’nin başındaki “Avam Kamarası”nda oturanlar inatlarından dönmek bilmiyor. Nihayetinde “100 senede bir gelen dahi Türklere denk geldi o da Mustafa Kemal’di” sözünü demekten kaçamıyor dönemin süper gücünün başındaki adam.
8 ay sürecek bu mücadelede gencecik bedenlerin, kumandanların kibri uğruna nasıl harcandığını, daha büyüyemeden nasıl da kendilerini savaş meydanında bulduklarını, gerçeklerle yüzleşmelerini, tereddütlerini, korkularını, ülkeleri uğruna gerçek birer asker olma çabalarını, kısacası onlarla birlikte gencecik yaşta cepheye gitmenin nasıl bir şey olduğunu görüyoruz. Başından sonunu biliyor olsak da hikâyeyi Avustralyalıların bakış açısıyla görüyor oluşumuz diziyi izlenir kılıyor. Dizide İngiliz filosu ve bazı gemilerin batırılışındaki efektler Hollywood yapımlarını aratmayan cinsten. Kaybettikleri savaşı anlatırken dahi hiç kendine iltimas geçmeyen bir yapım var önümüzde. Kendi milletlerini övmeyen, yüceltmeyen, savaşta yaptıkları taktiksel hataları göstermekten çekinmeyen bir yapım olmuş. Ben kendilerini öve öve bitirememişler diye beklerken, insani duygularla yapılan bir ağıt çıktı karşıma. Şimdi dizide gördüğümüz muhabirlerin kim olduğuna daha yakından bakalım.
Charles Bean
Dizide en ön safta mevzi tutan, yeri geldi mi kurşunların arasında iken askerleri fotoğraflayan, yaralıları taşıyan kahraman gazeteci pozisyonunda. Gitme ihtimali varken savaşın başından sonuna kadar Gelibolu’da kalmış biri. Baştan sona Çanakkale muharebelerinde bulunan gazeteci Charles Bean, aynı zamanda 1. Dünya Savaşı Avustralya Resmî Tarihi’nin de yazarıymış. Tarih yazımındaki resmî klişeleri yerinden oynatmış, siperdeki asker tanıklıklarını öne çıkaran Bean’in 23 bin sayfayı bulan günlük ve notlarına artık internet ortamında, ücretsiz ulaşılabiliyoruz. Savaş sırasında bir dönemin tarihini tutmak, ne büyük bir erdem! Geceleri mum ışığında not tutan, okuması yazması olmayanlara aileleri için mektuplar yazan Bean, keskin nişancı tarafından vurulup ölümden de dönse Gelibolulu terk etmeyi hiç düşünmüyor. Onun gayesi savaşı gerçeklikleriyle yansıtmak. Ellis Ashmead-Bartlett’den ayrıldığı nokta da burada yatıyor. Ellis gibi yazılarını süslemiyor, olmayan şeyleri yazılarına eklemiyor. Onun için olanı aktarmak işinin yükümlülüğü. Bu bilinçte olan birisi şu yazıyı yazmazdı zaten:
“Kampa her gün Türk esirler getiriliyor. Avustralyalıların esirlere hayli kötü gözle baktıkları kesin. Bu sebeple bizimkiler eğer mümkünse, esir almayıp yaralıları öldürme yoluna gidiyorlar. 9 Ağustos 1915 Bugün Pazar. Bu topraklara ayak basalı 15 hafta oldu. Bugün hayatımda gördüğüm en alçakça davranışlardan birine tanık oldum. Sığınağımın hemen karşısında 100 kadar Türk ile iki Alman esirinin tutulduğu yerin çevresine benzin dökülüp yakıldı. Dev alevler arasında kalan zavallı esirler bulundukları yerin en uç köşesine biriktiler ama kendilerini bekleyen acı akıbetten kurtulamadılar. Bu manzarayı izleyip de gülüşenler arasında İngilizler de Avustralyalılar da vardı. Esirlere yapılan bu muamele, insanın yüzünü kızartacak derecede. Oysa bildiğimiz kadarıyla Türkler, esir düşen asker ve subaylarımıza olağanüstü iyi davranıyorlar.” (1)
Bean’in ne kadar objektif bir bakış açısıyla savaşta yaşadıklarını kaleme aldığını bu yazı açıkça belli ediyor. Dizide de Türk esirlere yapılan kötü muameleler gösteriliyor. Tüm Türklere “Abdul” adını takmışlar. Bir yerde Türk askerinin kendi arkadaşları tarafından vurulmasına neden oluyorlar. Ben bu sahneleri gördükçe “helal olsun” dedim. Çünkü tarihi olduğu gibi anlatan esaslı bir dizi var karşımızda.
Keith Murdoch
Bu soyadı size tanıdık geldi mi? Fox kanalının sahibi Rupert Murdoch desem. Evet, bu medya patronunun babası 100 sene önce Gelibolu harbine katılmış bir muhabirdi. Keith, 1915 yılında İngiliz ordusunun Çanakkale’ye yaptığı çıkarmanın başarısız olduğu ile ilgili haberini ordunun sansür kurallarını hiçe sayarak yayımlamış ve savaşın gidişatını değiştirmiştir. Onun bu sözleri savaşın boyutunu gözler önüne seriyor:
“Çanakkale Savaşı tamamen umutsuzdu. Dar sahillerde karaya çıktılar ve Atatürk komutasındaki Türk askerleri onlara makineli tüfeklerle ateş ederken yamaçlardan tırmanmaya çalıştılar. Ördek gibi avlandılar.” (2)
Rupert Murdoch’ın bu mesleği seçmesinin nedeninin babasının yapmış olduğu gazetecilik olması aşikardır. Yıllar sonra farklı yollarla Türkiye’ye bir başka Murdock’ın gelmesi de ilginç bir tesadüftür. Kansız olan medya savaşlarına katılması ile de ailenin inatçı kişiliği ortaya çıkıyor.
Düşün Altındaki Binlerce Kefensiz Yatanı!
Objektiflikten ayrılmayan, savaşı olduğu gibi veren, koca yürekli muhabirlerin gözünden anlatılan “Deadline Gallipoli”, vatanın ne büyük kahramanlıklarla savunulduğunu gösteren belge-film mahiyetinde. Eğer ki şehitlikleri, abideleri görüp gezemiyorsanız bu diziyi izleyerek ecdadımızı daha yakından görebilir, onların bizim daha rahat yaşamamız için, yani büyük bir amaç için canlarını verdiğini düşünerek onlara teşekkür edebiliriz. Bu onların yaptıkları yanında bir anlam ifade etmese de bir teşekkürü bile eksik etmeyip bu güzel toprakların kıymetini hiçbir zaman unutmayalım. Geçmişini unutan, bilmeyen milletin kendisini bekleyen karanlık bir gelecek olacaktır. Aklımızdan çıkarmayalım toprak diyerek bastığımız yerin altında yüz binlerce şehit yatıyor. Ruhları şad olsun!
Dipnotlar
1. http://www.dunyabulteni.net/?aType=haber&ArticleID=202254
2. http://www.hurriyet.com.tr/babasinin-gozunden-canakkale-yi-anlatacak-24937403
Yazar: Umut Uçan