Belgesel Yönetmeni İsmail Kahraman ile Röportaj

Belgesel Yönetmeni İsmail Kahraman ile Röportaj

Şimdiye kadar yüzü aşkın belgesele imza atmış bir belgesel yönetmeni ve yapımcısı olan İsmail Kahraman ile yaptığım bu röportajda hem onun çektiği belgeseller üzerine hem de genel anlamda belgesel sineması üzerine konuşuyoruz. Türkiye’de 81 il gezmiş ve dünyada 80’e yakın ülkeye ayak basmış bir belgeselcinin dünyasını keşfetmek isteyenler böyle buyursun. Keyifli okumalar…

Röportaj: Uğur Tatar

Decode: Ülkü Tatar

Merhabalar İsmail Hocam, röportaj teklifimi kabul ettiğiniz için çok teşekkürler. Âdettendir, isterseniz ilk olarak “İsmail Kahraman kimdir?” sorusu ile başlayalım.

Uğur Bey, zor bir soru sordunuz. İsmail Kahraman, belgeselci. Ama sizler gibi mektepli belgeselci, sinemacı değil. Alaylı bir belgeselci. 1960 Giresun doğumluyum. 82 yılında Gebze’ye geldik, gazeteciliğe başladık. 85 yılında Gebze Gazetesi’ni kurduk. Gebze Gazetesi, 34’üncü yılına girdi ve Gebze tarihinde en uzun yayın yapan gazete. Son 25 yıldır da belgeselcilik yapıyoruz. Dünyayı geziyoruz, Türkiye’yi geziyoruz. Dünyada 80’e yakın ülke oldu. Türkiye’de hemen hemen tüm illeri, birkaçı hariç, Hakkâri, Şırnak, Muş illeri hariç tamamına yakınını gezerek belgeseller çektik. Şu anda ulusal çok önemli iki televizyon kanalında, TGRT Belgesel’de her sabah 07.00’de ve Bengü Türk TV’de belgesel saatlerinde belgesellerim yayınlanıyor. Bunun dışında uyduda yayın yapan birçok televizyon kanalında hazırlayıp sunduğum Devr-i Alem programları yayınlanıyor.

Sizi belgesel yönetmeni olmaya iten en büyük sebep nedir? 

“İpek Yolu” diye bir belgesel dizisi vardır. Belgeselci olmamızda iki önemli belgeselden biri “İpek Yolu” belgeseli, diğeri de TRT’de yayınlanan “Dünyada Türk Vakıf Medeniyeti” belgeselidir. Hatta “Dünyada Türk Vakıf Medeniyeti” belgeselinin çekimlerine Bulgaristan’da izin vermemişlerdi. O zaman Todor Jivkov dönemi. Ben de kendime hedef belirlemiştim, Bulgaristan’da bu belgeseli çekeceğim diye. Tabii Todor Jivkov gitti. Rusya dağıldı. Sosyalist yönetim çökünce orada izin verilmeye başlandı. Türkiye Dışişleri Bakanlığı ve Bulgaristan Kültür Bakanlığı’ndan izin alarak “Bulgaristan’da Osmanlı Vakıf Medeniyeti” belgeselini çektik. Ve Bulgaristan’da çekilen ilk belgeseldi. Şenol Demiröz Bey bize ulaştı o zaman, Mesut Günebakanlı ile. Biz de Bulgaristan’da çektiğimiz görüntüleri onlara verdik. O günden sonra da artık dur durak bilmiyoruz, her günümüz bir anlamda belgesel olup gelip geçiyor efendim.

Peki, sizce belgesel çekecek bir yönetmenin en büyük derdi ne olmalıdır?

Maalesef en çok parayı kültüre vermemiz gerekirken, bunu yapmıyoruz. İlim, irfan, kültür derdimiz yok. Belgesel çekecek bir yönetmenin en başta idealleri olmalı. Heyecan duyması lazım, tarihe not düşmesi lazım ve idealleri olması lazım. Yani laf olsun diye belgesel çekilmez. Çünkü gerçekten zor. Kendi medeniyetimizi, kendi kültürümüzü, kendi dünyamızı, kendi coğrafyamızı nasıl belgeselleştirerek gelecek kuşaklara aktarabiliriz diye düşünmesi lazım. Ve doğal olmalı her şey. 

Ben TRT’de de uzun yıllar muhabirlik yaptım. Geçen gün, Gebze bölgesindeki taşocağı sorunu, çevre kirliliği sorunu ile ilgili arşiv araştırıyorum. O zaman TRT’de iki ayrı program çekmişiz. İşin yönetmeniyim, sunucusuyum. Hemen hemen 27 yıl olmuş. Aldım onu internet üzerinden paylaştım. Yani şunu söylemeye çalışıyorum: Bu bilgi ve bilişim çağında yaptığınız her şey geleceğe aktarılıyor. Eser bırakmak en değerli olay diye düşünüyorum.

İlk çektiğiniz belgesel ne hakkındaydı?

İlk çektiğim belgesel “Gebze” belgeseliydi. Niye Gebze? Gebze’ye vefa borcumuz var bizim. Ekmek yediğimiz, vefa, minnet borcumuz olduğu yer. Efendim, doğduğun yer değil, doyduğun yer diye bir yanlış anlaşılma var. Hayır hem doğduğumuz yeri sevelim hem doyduğumuz yeri sevelim. Gazetemizin adı Gebze. Ve ben bir taraflara gittiğimde, nerelisin dendiğinde Gebzeliyim diyorum. Hatta Gebzeli gazeteci, Gebzeli belgeselci İsmail Kahraman deyimini kullanıyorum. 98 yılında Gebze’de çektiğimiz bu ilk belgesel, bugün hala, ulusal ve bölgesel kanallarda dönüyor. İkinci belgeselimiz “Çanakkale: Şehitler Mahşeri” Belgeseli. 98 yılı Çanakkale’ye gittik. Bu belgesel de hala kanallarda dönüyor. 

Yurtdışında çektiğimiz ilk belgesel ise “Bulgaristan’da Osmanlı Medeniyeti” Belgeseli. Çok tatlı anılarımız var orada. Bulgaristan’da muhteşem bir Osmanlı-Türk varlığı var. Ve kendi imkanlarımızla gittik oraya. Sağ olsun o zaman Kanal 7 televizyonuna program yapan bir ajans bize kamera verdi, sponsorumuz oldu. Kendi imkanlarım, kendi aracımla, Mustafa Ablak diye bir arkadaşım hem kameran hem yönetmen ve biz gittik Bulgaristan’da 13-14 gün gezdik. Bulgaristan’daki Osmanlı-Türk eserlerini tek tek görüntüledik. Ve bunu tarihimizin, devletimizin arşivine kazandırdık. Oradaki kültür mirası yıkılsa da yok olsa da o eserlerin görüntüleri bizim arşivimizde var. Geniş bir arşivimiz var. Ondan sonra da ver elini dünya, dolaşıp duruyoruz. Dünyada Devr-i Alem diyoruz. 

O günden bugüne belgeselcilik anlayışınız nasıl bir değişime uğradı ya da uğradı mı?

Tabii. Değişmek gerekiyor. Ama değişmek şu değildir yani geçmişi unutmak, geçmişe ters düşmek değildir. Bizim inancımızda “İki günü eşit olan aldanmıştır” denir. Hatta “İlim Çin’de de olsa gidin alın” denir. “Bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?” denir. Hatta ilk emri “Oku!” diyen bir dine mensubuz. Okumak, araştırmak, her geçen gün kendimizi geliştirmek, bu noktada ciddi bir çalışma ve araştırma yapmak gerekiyor. 

Mesela o günlerde klasik anlamda sadece tarih konusuna değiniyorduk. Bugün her konusuna değinmeye çalışıyoruz. Geleceğine değinmeye çalışıyoruz. En son Altay Dağları’ndaydım. Bugün Altay Dağları, kadim Türk yurtları, Büyük Hun İmparatorluğu’nun kurulduğu coğrafya. Ergenekon Geçidi dediğimiz yere gittik. Altay Türkleri yaşıyor orada. Halen ağaca, taşa, nehre inanan insanları bulduk. Ezanlar okunuyor orada, bir kısmı Müslüman olmuş falan. Altay Dağları’nı gezdik geldik ve orada çektiğimiz görüntülerin ilk bölümünü de şu an Devri Alem TV’den paylaştık. Bizde cimrilik yok. Yani bu bilgileri alıp gelecek kuşaklara aktarmak istiyoruz. 

Bizim büyük bir kütüphanemiz var. On bin civarında kitabımız, dergimiz, belgeselimiz var. On binlerce fotoğrafımız var. Çektiğimiz her görüntüyü kaydederek, gelecek kuşaklara aktarmak istiyoruz. Ve bunları ne yapacağız diye kara kara düşünürken, hiç kimseden maddi bir yardım almadan kendimize ait yerimizi vakıf sermayesi olarak ortaya koyup eşim, çocuklarım ve ben aile vakfı kurduk: İlim, Kültür, Tarih ve Teknoloji Araştırmaları Vakfı (İKTAV). Hatta resmî gazetede yayınlanan vakıf senedimizin sonunda da şunları belirttik: Bu vakfın herhangi bir nedenle kapanması halinde bütün kitapların, yayınların ve belgesellerin T.C. Milli Kütüphane’ye verilmesini emrettik. Bu kütüphanenin, vakıf üzerindeki gayri menkulümüzün satılmamak kaydıyla araştırma kütüphanesi olarak Kültür ve Turizm Bakanlığı Kütüphaneler ve Yayımlar Genel Müdürlüğü tarafından sahiplenilmesini ve oradan bu işin işletilmesini istedik. Amacımız bu bilgilerin zayi olmaması ve gelecek kuşaklara aktarılmasıdır.

Birçok ülkeyi gezdiniz ve bu ülkelerde birçok belgesele imza attınız. Hatta ilk yurtdışı belgeselinizi de Bulgaristan’da çektiğinizi söylediniz. Yurtdışında belgesel çekmenin ne gibi zorlukları var? Belgesel çekimlerinde en çok zorlandığınız ülke hangisi oldu?

Uzak Doğu’dan Afrika’ya, Kafkaslardan Sibirya’ya, Kore’den Amerika’ya birçok ülkeye gittik. Latin Amerika, Avusturalya kıtası ve Antarktika bölgesi hariç hemen hemen gitmediğimiz yer kalmadı. Buralara giderken ne çok paramız ne de çok geniş zamanımız vardı. Ama hem zamanı hem imkânı değerlendirerek, kameramanlığı, yönetmenliği ve sunuculuğu kendim yaptım. Deyim yerindeyse tek kişilik ordu olarak belgeseller çektim. 

Sıkıntı çektiğim ülkeler oldu. Neresi mesela? Afganistan, gönül coğrafyamız. Orada çok ciddi sıkıntılar yaşadık. Bana şunu öğretti oradaki bir Afgan. Dedi siz iyi niyetlisiniz, korkmayın. Geldik. Taliban korkusu var. Karayolu ile gitmemiz mümkün değil. Kabil’den Türkiye’ye döneceğiz, uçağımız kaçıyor. Afganistan’dan uçağa binemiyoruz, uçakta problem var falan. İyi niyet, yarım devlettir. İyi niyetli olmak gerekiyor. Şunu söylemek istiyorum: Bütün sıkıntılara rağmen kimseye gönül koymuyoruz. Ülkemize, milletimize, medeniyetimize hizmet etmenin şuuru içerisindeyiz. Kubbede hoş seda kalsın arzu ediyoruz. Her çektiğimiz belgesel, deyim yerindeyse alın terimizin ürünü. Ama onlar gelecek kuşağa aktarılsın istiyoruz. Çünkü en değerli olan bilgidir. Bilgiye sahip olanlar dünyaya sahip olurlar. Bilgiye sahip olanlar milletine, devletine hizmet ederler. Yanlış şey yapmazlar. İşe o bilgileri gelecek kuşaklara aktarmak, bilgileri toparlamak noktasında Afganistan’da ciddi sıkıntılar çektim. 

Türkmenistan’da maalesef çok ciddi sıkıntı çektim. Maalesef orada yaşamamamız gereken sıkıntılar yaşattılar bize. Ama gönül koymuyoruz. İyi niyetle her şeyin halledildiğine inanıyoruz. Bugün de bizim temel felsefemiz iyi niyet.

Mesela savaşlardan önce Türkiye ile arası iyiyken Suriye’ye gitmek istiyordum. Vize istiyorum, gri pasaportumuz var, Başbakanlık Basın Yayın Genel Müdürlüğü’nden sarı basın kartımız olduğu için. Ama vermiyorlar vizeyi. Biz sizi özel davet ederiz falan. Normal pasaport aldım ve Suriye’ye gittim. İki buçuk günde Suriye’yi gezdim. Şam, Hama, Humus, Halep, Lazkiye ve Busra kentlerini. Çekimler yaptım orada. Ve büyükelçiliğimize geldim. Şaşırdı, nasıl gittin oralara dedi. Dediğim gibi iyi niyet önemliydi. Bugün o belgeselin görüntülerinin tümü elimizde ama bugün Suriye kan ağlıyor. Taş üstünde taş kalmadı. Suriye’yle ilgili araştırma yapacak olan insanlarımıza, arşivimizi açıyoruz. Binlerce fotoğraf da çektik oralarda. Söylemek istediğimiz sıkıntı olacak. Zaten hayatın kendisi sıkıntı değil mi Uğur Bey? Keşke bu yaşadıklarımızın tümünün arka planını belgeselleştirebilsek. 

Tiananmen Meydanı’nda çekim yapıyoruz. Orada Çin polisi hemen geldi, Doğu Türkistan’dan gelmiştik. Yani orada tutuklanmak önemli değildi ama hemen kasetleri sakladım. Çünkü biz orada kültürümüzü gelecek kuşaklara aktarmak istiyoruz. Tabii orada turist olarak geziyoruz. Yarı profesyonel kameramız var, rehbere verdim onu. Dedim bak kardeşim karışmam, sen, ekibim dersin falan. Gerçekten Doğu Türkistan’da çekilen sıkıntılar önemliydi. Onları, o insanlarımızı konuştuk. Hatta hiç unutmuyorum, bir genç bize rehberlik yapıyordu dedi aman benim görüntülerimi vermeyin, beni bulurlar ve idam ederler. Kültürümüzü, gönül coğrafyamızı insanlık adına araştırıp belgeselleştirmek ve gelecekte bu noktada araştırma yapmak isteyenlerin bunlardan yararlanmasını istiyoruz. Derdimiz, düşüncemiz bu.

Çekmeye karar verdiğiniz bir belgesel için nasıl bir ön hazırlık süreci geçiriyorsunuz? 

Bakıyorum, o güne kadar bu noktada belgesel ya da televizyon programı hazırlanmış mı? Çünkü maalesef birbirimizin kopyasını yapmaya çalışıyoruz, bu olmamalı. Özgün olmalı her şey. Neresi diyelim, mesela Girit. O güne kadar ne yapılmış Girit’le ilgili bakıyorum, okuyorum, izliyorum mevcutları. Kimler ne çalışmış ne kitaplar yazılmış? Onlara baktıktan sonra, orijinal bir şey yapayım istiyorum. Bir izleyici gözüyle o hadiseye bakıyorum. Bir okur, izleyici olarak ne görmem gerekiyorsa onu yapmaya ve özgün olmasını sağlamaya çalışıyorum. 

Mesela Rodos çok önemlidir. Hemen yanı başımızdadır. Şu anda beş-altı bin Türk yaşıyordur Rodos’ta. Bakın, Rodos gündemimizde yok. Rodos’a gitmek istedim. Yine dediğim gibi aynen turist pasaportu falan. Hatta bir Ramazan, orada iftar açalım istedik. Ramazan’da gittik falan. Orada iftarımızı açtık, Rodoslu Türklerle görüştük. Ve beni Rodos’a götüren nedir biliyor musunuz? Mehmet Çelikkol diye bir Rodos Başkonsolosumuz bir kitap yazmış, “Rodos’ta Türk İzleri” diye. 1975 yılında yazılmış bu kitap. Daha sonra TBMM bu kitabı bastı. Bir zamanlar Rodos’ta otuz bin Türk yaşıyordu. Kıbrıs Barış Harekâtı’ndan sonra bunların 20 bine yakını oradan kaçmak zorunda kaldılar. Rodos muazzam bir yer. Rodos’ta iki bölüm bir belgesel hazırladık. Farklı bir belgesel oldu. Oradaki tarihi eserler, kültür, medeniyet vesaire, çok şey öğrendik orada. Mesela 250 yıllık bir kütüphanemiz var orada, Osmanlılardan, Türklerde kalma, yazma eserlerin olduğu. Fethi Paşa Kütüphanesi. Onun torunlarıyla görüştük, kütüphaneyi gezdik. Hiç unutmuyorum. Rodos’ta yaşayan 85 yaşındaki bir Türk, 100 yıldır ayakta kalmış, babasından dedesinden kalma bir kafe işletiyor. Orada Türk kahvesi, Türk eserleri falan. Orada çay, kahve içtik. Bunlar duygulandırıyor ve heyecanlandırıyor insanı.

Merak ettiğim bir şey var, ön hazırlıkları yaparken kafanızda canlandırdığınız görüntüler ile gerçekteki görüntülerin ne kadarı birbiriyle uyuşuyor?

Doğrusu, birçok şey okuyorsunuz, kafanızda orayla ilgili çok değişik şeyler canlanıyor. Gidiyorsunuz bazen hayal kırıklığına uğruyorsunuz. Ama bunların hiçbirine takılmadan, özgün ve insan unsurunu işin içine sokarak belgeseller hazırlamak gerekiyor. Yani orada, Rodos’ta yaşayan insanlar, Altaylarda yaşayan insanlar, insan unsurunu mutlaka işin içine sokarak ama her şeyden önemlisi bizim insanımızın görmek istediği şeyleri belgesele koymak gerekiyor. 

Çok istediğiniz ama bir türlü hayata geçiremediğiniz bir belgesel projeniz var mı?

Anacağızım 95 yaşında. Diyor ki oğlum sen Menderes devrildiği yıl dünyaya geldin. Hayat miladımız darbeyle başlamış. Hemen hemen 4-5 yaşından sonra yaşadığım her şey hafızamda. Anadolu’nun Çepni Türklerinin o köy hayatı, yayla, fındık, mısır, hayvancılık… Ki ben koyun da güttüm yani. Hakikaten benim üzerimde çok büyük etkisi olan komşuluk ilişkileri… O zaman televizyonun t’si yok, telefon yok. Okula gitmeden okur-yazar oldum. Çünkü bir sene okula geç gittim. Ablama tembih ediyordum, okulun kütüphaneleri vardı. Ben ablamın getirdiği kitapları okuyordum. İlkokula 8 yaşında başladım. Öğretmenler kurulu kararıyla, okur-yazar olduğum için beni ikinci sınıftan başlattılar. İlk kez 13 yaşında şehri gördüm. Yani bütün yaşadıklarım çevresinde o köy hayatının, o yöredeki insanların, o ilişkilerin, o dostlukların orijinal bir belgeselini yapmak isterim. En büyük ideallerimden birisi bu. Belgeselcinin Belgeseli adıyla…

Belgesel çekmek isteyenlere tavsiyeleriniz nelerdir?

Zamanı çok iyi değerlendirmelerini, çok iyi okumalarını ve çok iyi araştırma yapmalarını tavsiye ederim. Yani araştırma yapmadan, okumadan, o konuya hâkim olmadan kesinlikle çekimlere başlamamalarını tavsiye ederim.

İsmail Hocam, bu keyifli ve bilgilendirici röportaj için size çok teşekkür ederim. Son olarak, ufuktaki yeni projelerinizden de kısaca bahseder misiniz?

Aslında yapılacak çok şey var. Fakat zaman ne getirir ne götürür bilemiyoruz. Mesela şu anda “1071 Malazgirt Meydan Muharebesi’nden 26 Ağustos 1922 Büyük Taarruz’a” isminde bir belgesel çekmeyi planlıyorum, nasip olursa. Bir de tabii kuraklık ülkemizin en büyük sorunların birisi. Kuraklık, erozyon, doğal dengenin korunması, sularımızın, tabiatımızın korunması noktasında da bir belgesel çalışması yapmak istiyorum.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir