One Hundredth of a Second (2006)
Savaş, hayatımızda, aklımızda, kalbimizde, vicdanımızda bıraktığı etkileriyle var olan, ne kadar vahşi olduğunu bildiğimiz halde yaşamaktan, tanık olmaktan kaçamadığımız bir gerçek. Onunla birlikte var olan bir başka şey ise herkese onun kötülüğünü duyurmak. Duyurmanın bir yolu da o anları geleceğe taşımak için ölümsüzleştirmek. Yani o anları fotoğraflamak, insanları etkilemek ve onların anlamalarını sağlamak için iyi bir yol olarak da düşünülebilir. Bu yola başvuran meslekler de var. Bunlardan biri de savaş fotoğrafçılığı.
Fotoğraftaki Kız Çocuğu
Savaş fotoğrafçılığı dedim çünkü Susan Jacobson’ın hem senaryosunu yazdığı hem de yönettiği “One Hundredth of a Second / Saniyenin Yüzde Biri (2006)” adlı kısa film, bu meslekten yola çıkarak savaşı konu ediniyor. Film, bir insanın savaş karşısındaki davranışlarını sorgulamamızı isteyen bir şekilde karşımıza çıkıyor. Bu kadarla sınırlı değil elbette. Susan Jacobson, kısacık bir zaman diliminde eleştiri oklarını medyaya yöneltmeyi de ihmâl etmiyor.
Bir kadın, bir çatışmada, arkadaşıyla beraber o anları fotoğraflıyor. Arkadaşı gitmeleri gerektiğini söylemesine rağmen onun dikkatini çeken bir şeyler olduğu için kalmakta ısrarcı. Dikkatini çeken şey ise bir kız çocuğunun mermilerin arasında elinde bir torbayla koşuşturması oluyor. Biraz sonra, içinde ne olduğunu söylemesi için silahlı adamın ısrar edeceği bir torbayla… Aslında kadın, silahlı adamla karşı karşıya gelmiş kızın fotoğraflarını çektiği anları, bir yandan da bir hazırlık içerisindeyken hatırladığı için öğrenmiş oluyoruz.
Fakat çatışmanın içinde, kadının bu ısrarcı tavrı hemen aklıma “A Thousand Times Good Night / Binlerce Kez İyi Geceler (2013)” filmini getiriyor. Bu filmde de savaş fotoğrafçılığı yapan bir kadının benzer durumu var. Çatışmada zor durumda kalması ve o anları fotoğraflaması. Fakat uzun metraj olan bu film, bu konuyu daha derinlemesine bir şekilde işliyor. Bu işle ilgilenen birinin nasıl bir psikolojiye sahip olabileceğinin yanında, aile yapısını ve çevresindekilerinin buna bakışını etkileyici bir şekilde konu ediniyor. Farklılık şurada ki “Binlerce Kez İyi Geceler”, bu mesleğin kutsallığını vurguluyor ve bu işin, yapan için olmasa da insanlık için kullanıldığında doğru bir meslek olacağını gösteriyor. Elbette yıpratıcı yanlarıyla beraber…
“Saniyenin Yüzde Biri” ise kısa bir sürede filmin sonunda göreceğimiz fotoğrafın hikâyesini anlatmayı amaç edinmiş. O yüzden sadece son yaşanan olaydan yola çıkarak çıkarımlar yapmak zorunda kalıyoruz. Ama filmin amaçları arasında, kadının fotoğrafları tutkuyla çekmesi veya savaş mağduru bir çocuğun olması dışında önceye ait bir anlatımın yeri yok. Ayrıca kutsallık ve doğruluk burada kendini bulamamış. Tamamen hesaplaşmaya ve eleştiriye dayalı bir film. Yapacağımız çıkarımlar arasında, seyircinin bu konular üzerinde olumsuz bir şekilde düşünmesi istediği de olabilir. Tek taraflı bir bakış açısıyla bu mesleği değerlendirmeye sebep oluyor da diyebiliriz. Savaşı sorgulamak ve üzerinde düşünmek için ise 6 dakika yeterli oluyor.
Mutlu İnsanlar Arasında Seyircinin Vicdanı
Kadın, katıldığı törende, gergin bir şekilde oturduğu sırada, çektiği o kız çocuğunun fotoğrafıyla ödül aldığını öğreniyor. Öğrenmesiyle beraber parlayan ışıkların altında, mutlu insanların alkışları arasında, salonda tek yüzü gülmeyen insana dönüşüyor. Hüznünü ve çektiği vicdan azabını görüyoruz biz de. Vicdanı ve hüznü dışında onunla ilgili öğrendiğimiz bir başka şey ise fotoğrafları çektiği esnada hırslı ve işine bağlı biri olması. Onun hakkında bununla sınırlı olan bilgimizin yanında salondaki insanları hiç tanımıyoruz. Onları sadece kadının ödül almasını alkışladıklarında görüyoruz. Onun adına sevinçlerini… Bu sahne izleyene, onların ne kadar gaddar ve iğrenç olduklarını hissettiriyor. Çünkü o an, o fotoğrafı gördükleri halde nasıl böylesine gülümseyebilirler! Böyle düşünmemiz için elinden geleni yapan saniyeler var karşımızda zaten.
Evet, oradaki herkesin, savaşın ne olduğuna dair az çok fikir sahibi olduğunu tahmin edebiliyoruz. Ve bu insanlar, savaşın nasıl bir şey olduğunu bildikleri için böyle davranmamalılar diye düşünüyoruz. Ama savaşı bildikleri halde onu ne kadar umursayıp umursamadıklarını ölçebilecek bir bilgiye sahip değiliz. Sadece arkadaşının ödül almasına sevinen veya törende alkışlaması gerektiğini düşündüğü için böyle davranan insanlar da olabilirler. Bu fotoğrafın ödül almasına, kadının başarısına sevinmeleri, onlara savaşın nasıl bir şey olduğunu unutturuyor ya da savaşın kötü bir şey olduğunu düşünmeyi çoktan bırakmış da olabilirler. Zaten o son dakika, salondakilerin hedef gösterilmesiyle geçiyor. Onlar hakkında kötü düşünmemiz gerekliliği hissediliyor. Hissetmeliyiz de. Fakat eleştiriler sadece onların yaptığıyla sınırlı kalmamalı. Elbette o fotoğrafı gördükleri an bir duraksamaları ve yüzlerinde o gülücüklerin olmaması gerekiyor. Bu gerekliliğin olmamasının altında, çarpıcı bir sona hizmet etme sebebi var. Bu yüzden oradakilerin savaş karşısındaki tutumlarını, bu sahneyle sorgulamanın adil olacağını düşünmüyorum. Seyircinin vicdanı, alkışlar arasında kendisini ortaya çıkarmayı beklememeli nihayetinde.
Kadın ise o alkışlar arasında her şeyi unutuyor, evet. Ve acı çekiyor. Herkes kendi yaşadığı, tanık olduğu şeylerin acısını ve sevincini derinden hisseder. O da öyle yapıyor. Ama buradaki en derin acı, lüks bir salonda, o fotoğrafın yansıtılarak gösterilmesine sebep olmak değil mi?
Yazar: Ülkü Tatar