Blackboard Jungle (1955)

Blackboard Jungle (1955)

Kısaca: Blackboard Jungle, Richard Brooks’un senaryosunu Evan Hunter’ın aynı isimli romanından uyarladığı ve yönettiği bir filmdir. Kadrosunda, Glenn Ford, Louis Calhern, Margaret Hayes gibi döneminin tecrübeli oyuncuları yanı sıra Anne Francis, Sidney Poitier, Vic Morrow gibi nispeten genç ama başarılı oyuncuların da bulunduğu film 4 dalda Oscar’a aday gösterilmiştir. Özellikle liseli gençleri canlandıran Poitier ve Morrow, döneminin eleştirmenlerinden tam not almıştır. Film, 1950’li yıllarda gençliğin içinde bulunduğu durumu mühim bir sorun olarak ele alan ilk eğitim temalı filmdir.

Konu: II. Dünya Savaşı’nda donanmada görev yapmış Richard Dadier, savaş sonrası İngilizce öğretmenliği eğitimi aldıktan sonra bir meslek lisesinde (North Manual High School) göreve başlar. İdealist bir öğretmen olan Dadier, en yakınları da dahil olmak üzere kimseden destek bulamamasına rağmen suçla iç içe yaşayan asi öğrencilerine ulaşmak için çetin bir mücadeleye girişmeye karar verir.

Yönetmen: Richard Brooks, 1950’li yılların ikinci yarısından sonra yıldızı iyice parlamış başarılı bir yönetmendir. Blackboard Jungle öncesi çektiği filmlerde Latin Amerika devrimlerine (Crises (1950)), Kore Savaşı’na (Battle Circus (1953), Take the High Ground! (1953)) ya da II. Dünya Savaşı’na (The Last Time I Saw Paris (1954)) doğrudan ya da dolaylı olarak temas etmesi kendisinin yaşadığı zamana dair bazı hassasiyetlerinin olduğunun göstergesi olarak okunabilir. Denilebilir ki bu hassasiyeti Blackboard Jungle ile doruğa çıkmış ve içinde bulunduğu toplumda ters giden bazı şeyleri vurgulu bir şekilde işaret etmek istemiş. Zaten bu filmden sonra Brooks, hem seyircinin hem de eleştirmenlerin dikkatlerini ziyadesiyle üzerine celbetmiştir. Blackboard Jungle da dâhil olmak üzere sonraki yıllarda çektiği filmlerle bir defa Oscar’ı kucaklayacak (Elmar Gantry (1960)), defalarca Oscar ve Altın Küre’ye aday olacak (In Cold Blood (1967), The Professionals (1966), Cat on a Hot Tin Roof (1958), Blackboard Jungle (1955)) ve hatta ününü deniz aşırı ülkeler taşıyıp Cannes’da boy gösterecektir (The Brothers Karamazov (1958)).

İdealist bir öğretmen olan Dadier, en yakınları da dahil olmak üzere kimseden destek bulamamasına rağmen suçla iç içe yaşayan asi öğrencilerine ulaşmak için çetin bir mücadeleye girişmeye karar verir.


Senaryo: Sanırım Brooks, yönetmenliği kadar hatta belki de biraz daha güçlü olarak iyi bir senaristtir denilebilir. Nitekim Oscar ödülünü senaryo dalında kazandığı gibi çoğunlukla da en iyi senaryo dalında Oscar’a aday olmuştur. Ayrıca yazdığı film sayısı da yönettiği film sayısından fazladır. Brooks’un çoğu filminde roman uyarlamaları yaptığını dikkate alarak yine bir romandan uyarladığı bu film için yazarımız Evan Hunter’ı anmak elzemdir. 

II. Dünya Savaşı sırasında donanmada görev almış Hunter (asıl adı Salvatore Albert Lombino olan yazar, Hunter ismini aldıktan sonra bu isim dışında Ed McBain ismiyle de birçok yazı kaleme almıştır), Hunter Kolej’de İngilizce ve Psikoloji eğitimi almış sonra bir süre jazz, piyano ve biraz da bir meslek lisesinde öğretmenlik yapmıştır. Tüm bunlardan sonra kaleme aldığı The Blackboard Jungle (kendi hayatıyla ne kadar paralellik arz ettiği oldukça dikkat çekiyor herhalde), 1954 yılında basılmıştır. O yıllarda çok ses getirip sinemaya uyarlanan bu romandan sonra Hunter’ın daha birçok romanı sinemaya uyarlanmıştır. Hatta kendisi de senaryo işine el atmış ve birçok TV dizisi yazdığı gibi hem kendi romanlarını senaryoya uyarlamış hem de başka uyarlamalar yapmıştır. Bunlardan en önemlisi de hiç kuşkusuz Hitchcock için Daphne Du Maurier’in kısa öyküsünden uyarladığı The Birds (1963) filmidir.  

Film: Brooks’un yaşadığı dönemdeki hadiselere karşı duyarlı bir yönetmen olduğunu belirtmiştik. Yaşanan savaşlar sonrası Amerikan toplumunda, gençlerin suç içeren eylemlere eğilim göstermesi, sınırını aşmış ve eğitim sisteminin en önemli unsuru olan okulların içine doğru hızla yayılmaya başlamıştır. Ve bu durum, bir şeyler yapılması gerektiğinin sinyallerini veren mühim bir sorun olarak Amerikalıların karşısında durmaktadır. Zaten filmin hemen girişinde, projenin hayata geçirilme amacının, bu endişe verici soruna parmak basıp bir farkındalık oluşturma gayreti olduğu vurgulanıyor. 

Filmin kaygısı bu olunca haliyle film, bahsi geçen makro problemi mikro ölçekte ele alıyor ve bir okul filmi hatta bir sınıf filmi haline geliyor. Öte yandan film, öğretmenimiz Dadier (Glenn Ford) hariç diğer karakterlerin yaşamlarına, ailelerine vs. doyurucu bir şekilde eğilmiyor. Dolayısıyla film Dadier’in hayatı üzerinden öğretmen merkezli bir anlatıya sürükleniyor ki burada Dadier rolündeki başarılı oyuncu Ford, üzerine düşeni hakkını vererek yerine getirmiş. Ancak sınıfın önemli figürleri olan Miller (Sidney Poitier) ve West (Vic Morrow)’in okul dışı hayatlarını, daha çok diyaloglarda duyup sadece birkaç sahne ile görmek açıkçası bu çocukları anlamak için pek tatminkar olmuyor. Bunun da filmin işaret ettiği sorunu tüm boyutlarıyla anlamayı engellediği söylenebilir. Yani öğretmen üzerinden bir sınıf ortamını tahlil ediyoruz. Sınıfta da Brooks’un çoğunluka aynı açı ve planlar üzerinden hadiseleri izleyiciye göstermesi, seyri biraz sıkıcı hale getirebiliyor. Ama dürüst olmak gerekirse ben bunu Brooks’un bilinçli olarak yaptığını ve insanın ruhunu öldüren rutin kent hayatında, her gün aynı mekana gelmenin, aynı kişileri görmenin, kısmen aynı şeyleri yapmanın boğuculuğunu göstermek istediğini düşünüyorum.  İşte kahramanımız Dadier de bu ‘düşman’la kıyasıya bir mücadeleye girişiyor. Rutinin dışına çıkıp ilgileri uyandırmak için sınıfa ses kayıt cihazı getiriyor, projeksiyon getiriyor vs.  

Soruna neden olan öğretmenler, çocukların eğitimleri ile ilgilenmiyor, ya onları dayak gibi yöntemlerle etkisiz hale getirmenin yollarını arıyor ya da hiçbir şeyi umursamayıp üç maymunu oynuyorlar.

Dadier, ne yaparsa yapsın maalesef kimseden destek bulamaz. Onu, eğitim sisteminin, okulun ve öğrencilerin gerçeklerine karşı tarih öğretmeni Murdock (Louis Calhern) uyarmaya çalışır. Tecrübeli oyuncu Calhern, göründüğü az sayıdaki sahneye rağmen, okulları ‘çöp bidonu’, öğrencileri ‘pislik’ olarak gören itici ve karamsar öğretmen rolünü enfes bir performansla oynuyor. Öte yandan liseli gençleri 25-30’lu yaşlarda oyuncuların canlandırmasının, eğitim temalı filmlerin tarihi boyunca karşılaşılan kadim bir problem olduğunu, Blackboard Jungle ile anlıyorum. Filmin öne çıkan iki öğrencisi olan Miller ve West’i canlandırdıklarında Sidney Poitier 28, Vic Morrow ise 26 yaşındaydı. Ama performansı dolayısıyla özellikle Poitier’ı ayakta alkışlıyorum. Gerçek yaşını hiç belli etmeyerek bizlere Amerika’da liseli siyahî bir genç olmanın ne demek olduğunu ziyadesiyle hissettirmeyi başarıyor. Poitier, bu filmde göstermiş olduğu başarı sonrası sinema hayatı boyunca defalarca BAFTA ve Altın Küre’ye aday olacak, ödüller kazanacaktır. Ama sanırım Sidney Poitier ismini hafızalara asıl kazıyan, Lilies of the Field (1964) -William E. Barret’ın aynı isimli romanından uyarlanan ve kalbe dokunan bu sıcak film kesinlikle izlenmeli diye düşünüyorum- filmiyle Oscar kazanan ilk siyahî erkek olmasıdır (son derece duygu dolu bir an… Poitier, parlayan gözleriyle “it is a long journey to this moment,” der ve teşekkürlerini sunarak kürsüden ayrılır). 

Brooks, dönemindeki şiddeti tüm yönleriyle filminde göstermek istemiş. Gençler tarafından jazz müziğin pabucunun dama atıldığı filmin girişinde çalan “Rock around the Clock” (bu parçanın neresi şiddetli demeyelim, Back to the Future (1985) filminde Marty (Michael J. Fox) 1955’te müzik konusunda neler yaşamıştı hatırlayalım ve bilelim ki “Rock around the Clock” büyük bir sinema filmi projesinde kullanılmaya cüret edilmiş ilk rock müziğidir), okulda, sokakta her yerde kimseye aldırış etmeden fosur fosur sigarasını içen öğrenciler (1951 yılında basılan Salinger’in “Çavdar Tarlasında Çocuklar” romanında da bu durum görülür ki o tarihlerde artık normalleşmiş) caddelerde yarışan “çılgın gençler”in sebep olduğu olağanüstü kargaşa, Dadier’in öğrencilerle çete savaşı, öğrencilerin soygun girişimleri vs… Çoğu sınıfta geçen filmde ne zaman sınıfın dışına çıksak bir şiddet eylemi ile karşılaşıyoruz. Öte yandan suç-aksiyon filmlerini aratmayacak sahneler, özellikle dönemin şartlarına göre eldeki imkanları başarılı bir kurguyla harmanlamış olması dolayısıyla bir takdiri hak ediyor. Ama ne zaman sınıftan çıksak böyle bir olayın gerçekleşmesi nedeniyle Brooks bizlere “artık dünyanın çivisi çıkmış” dedirtmeyi başarıyor. Hatta filmin bu kadar şiddet içermesi nedeniyle orijinal versiyonunun İngiltere’de gösterimine izin verilmez ve alternatif bir versiyonu yapılır.

İşin ilginç olan yanı, Brooks’un bazı sahneleri romana göre yumuşatmış olmasıdır. Örneğin seyirciye “yok artık!” dedirtecek türden bir sahne vardır: Bir öğrenci, okul çıkışı öğretmeni Hammond’ı (Margaret Hayes) kütüphaneye kapatır. Filmde bir saldırı olarak değerlendirilen ve zaten söze hacet bırakmayacak derecede rahatsız edici olduğunu düşündüğüm bu sahne, Hunter tarafından kitapta baya baya tecavüz (rape) olarak ve sert bir şekilde anlatılıyor. Anlaşılan Brooks, suç ve şiddet konusunda bir şeyler göstermek istese de filmin sınırlarını korumaya gayret etmiş. Bununla ilgili bir başka örnek de çete öğrencilerinin baskısı altındaki Anne (Anne Francis) ve Dadier çiftinin bekledikleri bebeğin kaderinin kitaptakinden farklı olarak Brooks’un elinde değişmesidir.

Cinsiyet: 1955 Amerika’sında çekilen filmdeki erkek egemen atmosfer kendisini ziyadesiyle hissettiriyor. Her şeyden önce sınıf… Belki de bir meslek lisesi olması hasebiyle sınıf tamamen erkeklerden oluşuyor (bazı sahnelerde Miller’ın elinde gördüğümüz motor parçalarından anlaşıldığı kadarıyla kızlara uygun olmayan bir lise (!)). Öte yandan filmin öne çıkan iki kadın oyuncusu Anne ve Hammond’ın durumu da pek iç açıcı değil. Hammond, Dadier ile birlikte göreve yeni başlayan bir öğretmendir. Lakin tüm okulun karşısına, öğretmenliğinden ziyade kadınlığı ile çıkmayı uygun bulur. Ayrıca yaşadıkları karşısında hep bir erkeğin korumasına muhtaç olduğu izlenimini verir. Tabi tahmin edilebileceği üzere bu erkek Dadier’dir. Anne ise kocasını Hammond’dan kıskanan ve Hammond’a karşı duyduğu öfkeyi, kadınlığını ön plana çıkardığı gerekçesiyle onu suçlayarak gösteren kafası karışık, kocasının ilgisine muhtaç bir kadındır. Doğumunu bekledikleri çocukları hakkında Anne ve Dadier’in yaptıkları konuşmada, “çocuğumuz, güzelliğini senden, zekasını benden alacak ve yaşlanınca bize bakacak” şeklinde geçen ifadeler de dönemin bakış açısını anlamak için ipuçları vermektedir. Ya bugünkü durum nedir?

Belki de en ilginci ise bir erkek öğrencinin Hammond’a saldırdığı, kadına şiddeti çok farklı bir boyuttan (eğitimin içinden) değerlendirebileceğimiz bu filmin çekildiği zamandan günümüze yaşanan değişimdir. Yine Amerika’dan neredeyse her yıl bir yenisini duyduğumuz erkek öğrencileriyle ilişkiye giren kadın öğretmenlerle ilgili haberleri dikkate alacak olursak, sorunun geçen süre içerisinde son derece karmaşık bir hal aldığını düşünebiliriz. Peki, erkek öğretmenlerinin tacizine uğrayan kız öğrenciler sorunu? 

Irk: Filmin ele aldığı konular içinde doyurucu bir şekilde temas edip etkili bir şekilde işlediği meselelerden birinin ırkçılık sorunu olduğunu düşünüyorum. Film boyunca Dadier’in bir Latin  (Porto Riko) olan Morales ve bir Afro-Amerikan olan Miller ile sınavı, bizlere, 1950’li yıllarda ırkçılık sorununun eğitim sistemi içinde, özellikle de öğretmen-öğrenci ilişkilerinde nasıl olduğu hakkında fikir verici sahneler sunuyor. Hatta ileri gidiyorum, ırkçılığın açıkça kendini gösterdiği bir toplumda beyaz bir öğretmenin siyah bir öğrenciye temas edip ona ulaşıp onunla güçlü bir bağ kurarak eğitim-öğretim hayatında onu motive etmesi konusunu, gençlerin suça sürüklenme sorunundan daha başarılı bir şekilde işlediğini iddia ediyorum. Nitekim filmin sonuna gelindiğinde, seyircinin bir Miller’a bir de West’e bakıp “şimdi ne değişti bu suçlu çocuklar için?” diye sorması gerekiyor.

Sosyo-Ekonomik Durum: Filmin geçtiği yer bir getto… Okulumuz bir meslek lisesi… Öğrencilerimiz yoksul… Hatta bazıları okuldan sonra para kazanmak için çalışmaya gidiyor. Diğer taraftan öğretmenlerimiz de yoksul. Hatta iş bulmanın zor olduğu bir dönemde iş başvuruları kabul edilen öğretmenlerin ne kadar mutlu olduğunu filmin hemen başında görüyoruz. Lakin Dadier’ın artık tahammülünün kalmadığı bir anda yaşadığı öfke patlamasıyla sarf ettiği sözlerden anladığımız kadarıyla öğretmenler bir aşçıdan dahi az (saati 2$) kazanıyorlar. Anlaşılan bir öğretmenin 1955 Amerika’sının hayat koşullarında yaşaması zor. Öğretmenlerin hayatına kısmen şahit olduğumuz, hangi durumlara rağmen yine de bu işi yapmaya razı olduklarını  (tabi bütün öğretmenler Dadier gibi aldığı maaşı ikinci plana atıp çocuklara ulaşma derdiyle çalışacak kadar idealist değil) gördüğümüz filmde, öğrencilerin hayatını daha iyi anlamamızı sağlayacak sahneler maalesef tatminkâr değil. Mesela, babalarının savaşa gittiğini diyaloglarda duyduğumuz çocukların evlerini, aile hayatlarını hiç göremiyoruz. Okuldan sonra çalışıp para kazanmak zorunda olan bu çocukların okul dışı hayatlarına çok sınırlı bir şekilde şahit olabiliyoruz. Hâlbuki bu gençlerin suça sürüklenmelerinin sebeplerine dair birçok ipucu bulabileceğimiz hayatlarının giriş kapısında West ile Dadier arasında geçen bir diyalogu üzülerek izliyoruz: Şimdi sen benim sınıfımdasın ve öğretmen benim. İlk ders, burnunu sokma yoksa kalırsın! Dadier’de öyle yapıyor ve burnunu sokmuyor. Biz de o sınıfta hiçbir şey öğrenemiyoruz.

Sonuç: Blackboard Jungle, asi genç davranışlarını kınayan ilk ana akım filmdir. Kendisinden sonra gelen onlarca filmi etkilemiştir. Erken sayılabilecek bir dönemde son derece mühim bir soruna işaret eden bu film, her ne kadar Amerikan toplumu özelinde çekilmiş olsa da modern kent hayatının kenarlarında hayatlarını sürdürüp sokak-okul arasında gelecek mücadelesi veren çocukların ortak sorunlarını anlamak için yüksek bir öneme haizdir. Erkek egemen bir atmosferde geçmesi ve karakterlerin arka planlarına (aile, kültür, sosyo-ekonomi vs.) gereken önemi vermemesi filmin eksileri arasında sayılabilir. Bu eksiklikler sorunu tüm boyutlarıyla görmemizi engelleyebildiği gibi filmi yanlış olduğunu düşündüğüm çıkarımlara da sürükleyebiliyor. Örneğin tu kaka olunan eğitim sistemi ve okullar ile ilgili kayda değer bir eleştirinin yapılmadığı filmde sistem ile vicdanı arasına sıkışan öğretmenin çaresizliği öğretmen kaynaklı bir sorun olarak yansıtılıyor. Soruna neden olan öğretmenler, çocukların eğitimleri ile ilgilenmiyor, ya onları dayak gibi yöntemlerle etkisiz hale getirmenin yollarını arıyor ya da hiçbir şeyi umursamayıp üç maymunu oynuyorlar. Meseleye öğretmen perspektifinden bakıldığında böyle öğretmenlerin varlığı bir vakıadır. Ancak sorun sadece orada mıdır? 

Belki de bu bağlamda en kayda değer eleştirinin yapıldığını düşündüğüm sahne, Dadier’in artık dayanamayıp akıl danışmak için Kolej hocasının yanına gittiği sahnedir. Hocası, Dadier’e cillop gibi bir liseyi gezdirir. Öğrencilerin, okula, öğretmenlere, derslere karşı ilgi ve alakaları fevkaladedir. Sonra Dadier, çalıştığı okulun farkını anlatıp sorunun önemli bir boyutuna temas eder: Benim hocam sizsiniz ve bana kavga ayırmayı öğretmediniz. Tabi hocası ona hakkını iade edip gezdirdiği gibi bir okulda öğretmenlik yapmanın kolay olduğunu ama okulundaki öğrencilerinin kendisine ihtiyacı olduğunu vurgular. Bunun üzerine Dadier, şansını “orman”da denemeye karar vererek gerisin geri okuluna döner. 

Ele aldığı konunun kompleks yapısının, ağırlıklı olarak öğretmen boyutuna eğilen Blackboard Jungle, özetle şu mesajı verir: “ne kolay olduğu ne de maaşı için tercih edilmeyen” öğretmenlik mesleğine mensup olanlardan, tüm sorunlara rağmen sabır, anlayış ve sevgi ile çocuklara ulaşma mücadelesi vermesi beklenir.

Yazar: Ümit Tatar

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir