Little Dieter Needs to Fly / Küçük Dieter’in Uçma Tutkusu (1997)

Little Dieter Needs to Fly / Küçük Dieter’in Uçma Tutkusu (1997)

Werner Herzog kamerasını bu sefer Alman asıllı Amerikalı savaş pilotu Dieter Dengler’e çeviriyor. 1938 doğumlu Dieter 2. Dünya Savaşı’nı bizzat yaşamış ve o cehennem tablosunun içinde bulmuş kendini. Amerikan savaş pilotu evlerini bombalarken pilot ile göz göze geldiğini anlatıyor Dieter ve “İşte o an pilot olmak istemiştim” diyor.  Yönetmen Herzog arşiv görüntülerini sunuyor izleyiciye. Alman köyleri yanmış, harap olmuş. Gerçekdışı görüntüler gibi ama gerçek. Savaş bittikten sonra dükkan vitrinene konan sucuk ve o sucuğa sadece merakla, aç gözlerle bakan yenilmiş ülkenin vatandaşları… Dieter’in nasıl bir atmosferde büyüdüğünün gösterilmesi adına vurucu görseller.

18 yaşına gelen Dieter, gemiye binip soluğu fırsatlar ülkesi Amerika’da alıyor. Amerikan rüyasını birde kendi yaşamak istiyor. Uzun süre sokaklarda yaşayan Dieter, daha sonra orduya giriyor. Hayalinde hep pilot olmak var ama önce patates soyduruyorlar sonra da tamir kısmına giriyor. İstediği pilotluğu Vietnam Savaşı döneminde buluyor Dieter. Savaştan kaçan bu Alman genç, Amerikan vatandaşı olunca çok uzaklara, ülkesinin çıkarlarını korumak için kokpite geçiyor! Ama Tanrı’nın onun için çok farklı planları var. Uçağı vuruluyor, kendisi hayatta kalıyor. Kuzey Vietnamlılar tarafından esir alınıyor. Laos’daki Pathet Lao kod adlı esir kampında Vietkong askerleri tarafından 5 ay 23 gün boyunca zapturapt altında tutuluyor ve türlü işkencelere maruz kalıyor…

Öncelikle Herzog’un belgesellerine konu bulma başarısına şapka çıkarmak lazım. Orijinal, zorlu ve ilginç konular bulması yanında, anlatımı da diğer izlediğim belgesellerden ayrılıyor. Herzog’un kendi belgesel dilini kurduğunu söyleyebiliriz. Little Dieter Needs to Fly belgeselinde Dieter’e yaşadıklarını bizzat canlandırmalı olarak anlattırıyor. Burada ikisi arasındaki işbirliği görülmeye değer. Dieter’i cangıl ortamına sokmuş ve o günkü anlar tekrardan görselleştirilmiş. Etraflarında eli silahlı Vietnamlılar var. Onların yanındayken soğukkanlı ve seri bir biçimde yaşadıklarını anlatıyor. Anlattıkları ise çoğu kişinin kaldırabileceği şeyler değil. Dinlerken bile zorlanılan şeylerin Dieter’in başından geçmiş olması ve bu yaşadıklarına göğüs germesi belgeselin etkileyiciliğini arttırıyor. Sözgelimi fare, yılan, solucan ile beslendiğini, kafasına silah dayandığını ve tetiğin çekildiğini  anlatıyor.  Bu silahlar boş oluyor ama o anda bu, insanın psikolojisini darmaduman eden bir durum. Küfürler, fiziksel şiddet, yirmi dört saat boyunca kelepçeli durmak gibi insanlık dışı daha bir sürü davranışa maruz kalıyor. Bu sebeple yıllar sonra artık kafasında saç kalmayan yaşlı bir adam olan Dieter’in esir alındığı zamanı canlandırması biraz da tehlikeli sularda yüzmek gibi. Ama yönetmen Herzog belli ki öznesini ikna etmiş. Elleri kelepçelendiğinde “işte şimdi o anlara döndüm” demesi vurucu anın etkisini arttıran bir sahneydi.

Asya ülkelerinde icra edilen “gırtlak müziği” eşlik ediyor filmin gerçek arşiv görüntülerine. Bombardıman uçakları kız, erkek, çocuk, yaşlı demeden bombalarını yeşil araziye bırakıyor. Bu vahşet görüntüleri ve müziğin uyumu yerli yerinde ve doğru bir seçim olmuş. Belgesel sinemanın her ögesini kullanmış yönetmen; kendisinin çizdiği kara kalem çalışmaları, arşiv görüntüleri ve fotoğraflar. Konuşan kafalardan sıyrılmış diyebiliriz. Zaten Dieter’in tez canlı kişiliği, sanki ertesi gün ölecek ve bu anılarını hiç anlatamayacakmış gibi olan hali sebebiyle belgesel çok akıcı bir hal alıyor. Salya sümük ağlayan, yaşadıklarını dramatize eden biri yok karşımızda; belgeselin dili de zaten drama hizmet etmiyor. Net ve yalın bir tarz sunulmuş. Dış ses olarak Herzog yine anlatıcı rolünde, bir yerde sadece soru sorarken sesi duyuluyor onun haricinde konuyu anlatan durumunda. Ama Herzog’un diğer belgesellerden ayrılan bir yanı var bu belgeselinin. Çünkü bir diğer dış ses de Dieter’in kendisi. Spontane gelişen bir hikayesi olmadığının kanıtı bu göstergeler, belgesel yapım öncesinde ikisi de bu projeye epey kafa patlatmış olsalar gerek.

Savaşın anlamsızlığı ya da politik söylemler yok belgeselde. Yolculuk hikayesi diyebiliriz. Zaten giriş sahnesi de Dieter’in araba ile evine gitmesi sahnesi ile açılıyor. Herzog her projesinde çıtayı bir kez daha yükseğe çeken doyumsuz bir sinema canavarı. Bu gerçek hikayenin kanlı canlı tanığı ile yaptığı röportaj kendisine yetmemiş olacak ki 2006 yılında başrolünde Christian Bale’nin oynadığı Rescue Dawn filmini çekiyor. Belkide anlatılanlar ve Dieter’in canlandırarak sunumu bu ölüm kalım savaşını görselleştirmek için yetersiz kaldı diye düşündü ve kalburüstü oyuncularla kurgunun gücüne güvendi. Rescue Dawn’ı sevmiştim ama bu belgeselin varlığından haberim yoktu o zaman. Belgeseli izledikten sonra filmi tekrar izlemek daha bir anlam kattı yaşananlara.

Rambo filmlerini izleyerek büyüdük. Vietnam’ın cehennem atmosferine birçok filmde tanık olduk. Evet etkileyici görselliktelerdi ama belgeselde bu hadiseyi izlemek bir tık daha etkiliyor sanırım izleyiciyi. Heleki anlatıcı kişisinin hayatta olması ve olayı bir de geçtiği yerlerde anlatması, yaşananların gözlerimin önünde canlanmasına sebep oluyor. Belgeselin, gerçekliğe yaklaşmakta bir adım daha önde diye düşünüyorum. Ama bunu sağlayan yönetmenin kendisi ve onun anlatım meziyeti. Yoksa iyi bir kurmaca filmin, kötü yönetilmiş belgeselden daha gerçekçi olduğunu da görebiliriz. Tarihe tanıklık etmek ve sinir harbinden sağ kurtulan savaş kahramanını izlemek isteyenler geç kalmadan izlesinler.

Bonus: Werner Herzog Hakkında İlginç Bilgiler

Herzog hakkında önceki yazımız olan Into the Abyss’de bahsetmiştik. Namı isminden önce gelen bu yönetmenin sinema yeteneği kadar çılgınlıkları da konuşulur olmuş. Vurulan, kendi ayakkabısını yiyen yönetmenin yine az kişi tarafından bilinen üç farklı yaşanmış ve gerçek oldukları kadar tuhaf anılarını sizinle paylaşacağım.

1. Modern Zaman Dervişi

1974 yılında Herzog’un yakın arkadaşı sinema tarihçisi Lotte Eisner, yakalandığı hastalık sebebiyle yatağa düşer. Herzog arkadaşını son bir kez daha görmek için yola çıkar. Yaşadığı Münih şehrindeki evinden, Eisner’in yaşadığı Paris’teki evine yürüyerek gider. Bu bir nevi hacılık görevini yapmasının sebebi, başarılı olup Eisner’i görürse onun ölmeyeceğine inanmasıdır. Uzun ve meşakkatli yolculuk 23 Kasım günü başlar ve 14 Aralıkta sona erer. 22 günlük yürüyüşten sonra arkadaşını görmüştür Herzog ve gerçekten de Eisner bu olaydan sonra 8 yıl daha yaşayacaktır. Yaşadığı yol ve yolculuk hikayesini kitaplaştıran Herzog’un eseri “Buzda Yürüyüş” ismiyle ülkemizde Jaguar Kitap tarafından basıldı, meraklısına bildirelim.

2. Ne Çektin be Christian Bale!

Herzog, Rescue Dawn setinde Christian Bale ile çalıştı. Malumunuz Bale filmler için fiziksel olarak değişimleri ile meşhur. Bazen bir filmde aşırı zayıf bir rolde izlerken, başka bir filmde kaslı veya şişmanlamış olarak arzı endam edebiliyordu. Bale, Rescue Dawn filminde de Vietkong askerleri tarafından esir alınmış Amerikan pilotunu oynuyor. Gerçek bir yaşam hikayesi olan bu hadisenin gerçek kahramanı Dieter Dengler’in 5 ay sonra kurtulduğunda açlık sebebiyle 34 kiloya kadar düştüğünü biliyoruz. Üstelik Dieter’in o zamandan fotoğrafı bile var. Hal böyle olunca biraz fazla yüklenmiş sanırım yönetmen Herzog sevgili oyuncusu Bale’e. Belgesellerinde gerçeğin peşinden koşan yönetmen bu filminde de gerçeği teğet geçmemek için Bale’e kurtçuk ve solucan yedirdiği söylenenler arasında.

3. Cüceler Arasında Bir Dev

Herzog ,1970 yılında Kanarya Adaları’nda bulunan Lanzarote’de “Cüceler de Başta Küçüktü” setinde dizi dizi cücelerle çalışmış. O zamanlar ne Peter Dinklage ne de Alpaslan Özmol esamesi okunmuyor. Seti gözlerinizin önüne getirmeye çalışın. Tod Browning’in 1932 yapımı “Freaks” filmi gibi adeta. Bir adadaki akıl hastanesine kapatılmış olan cücelerin başlattığı ayaklanmayı anlatan bu film konu itibariyle aynı olmasa da Freaks ile uzaktan kuzen oldukları kesin. Sette önce bir oyuncu kamyonetin altında kalıyor, sonra başka bir oyuncu yanıyor. Yaşananları gören cüce oyuncuların seti terk etmemeleri veya gerçek bir ayaklanma (!) çıkarmamaları için ikna eder Herzog. Teklifi şudur: Eğer kazasız bir şekilde çekimler tamamlanırsa çırılçıplak bir kaktüs ağacına atlayacaktır. Bunu yaparken de cücelerin kendisini filme alabileceğini söyler. Filmi tamamlarlar ve sözünün eri olduğunu ayakkabı yeme hadisesinden bildiğimiz Herzog dediklerini yapar. Sanırım daha manyağı gelene kadar en manyak yönetmen Herzog olsa gerek. 

Yazar: Umut Uçan

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir