Korkuyu Beklerken

Korkuyu Beklerken

Oğuz Atay’ın tek öykü kitabı olan ve kasvetli olduğu kadar yüzünüzde soluk tebessümler bırakmasını da bilen sekiz enteresan öyküsünü bir araya getiren “Korkuyu Beklerken”, ilk kez 1975 yılında yayımlanmıştı. Kitaba ismini veren hikaye ise ilk kez Burcu Halaçoğlu tarafından 2017 yılında sahneye uyarlanmıştı. Bir sene sonra yine “tek kişilik oyun” formülü ile Doğukan Uludağ tarafından tiyatro sahnesine taşınan “Korkuyu Beklerken”, 5 senedir dur durak bilmeden yoluna devam ediyor. Ben, oyunu 22 Aralık 2023 tarihinde Kocaeli’nin Gebze ilçesindeki Osman Hamdi Bey Kültür Merkezi’nde izleme fırsatı buldum.

Yalnızlığı Seven Ama Yalnızlıktan Deliren Bir Adam

Oğuz Atay’ın usta ellerinden çıkan öykü, Kafka’dan aşina olduğumuz tekinsiz bir dünyanın içine bizi sokarken kara mizahı ustalıkla kullanıyor, özdeşleşmesi çok zor olan karakterimizle empati yapmamızı kolaylaştırıyor ama bir yandan da ona karşı yabancılaşmamızı sağlıyor ve alt metinde seçtiği konuları dahice hicvetmesini biliyordu. 

Başkarakterin ağzından yazılmış kitapları başka bir mecraya uyarlamak her zaman zordur. Zira okuyucunun eseri okurken zorlanmadan kabul ettiği ya da kafasında yarattığı birçok şeyi, sinema perdesine yahut tiyatro perdesine aktarırken “göstermek” durumunda kalırsınız. İşte bu handikap sizi işin içinden çıkılması zor durumlara sokabilir.

Doğukan Uludağ, böyle bir handikapla karşı karşıya gelmemek için eseri oldukça sadık bir biçimde sahneye uyarlamayı tercih ediyor. Bunun doğru bir tercih olup olmadığı tartışılır elbette. Bu noktada bir kitabı okurken başkarakterin size bişeyler anlatmasının -anlattığı şey ne kadar uzun olursa olsun- sizi pek zorlamayacağını vurgulamamız gerekiyor. Zira bu monologu istediğiniz zaman yarıda kesebilir, istediğiniz zaman yeniden başlatabilirsiniz. Üstelik cümleleri siz  okuduğunuz için bu konuşmanın içine çoktan girmiş, etken bir konuma yükselmişsinizdir. Şimdi de sahnede 3 saat boyunca size doğru dönüp tıpkı öyküde olduğu gibi yaşadıklarını anlatan bir insanı düşünün. Oyuncu ne kadar iyi oynarsa oynasın, sürekli bişey anlatılmasının yarattığı monotonluk bizi bir süre sonra oyundan tamamen koparıyor. Zira bu bir stand-up gösterisi değil, çetrefilli bir hikayeyi takip etmek zorundayız. 

Stand-up gösterisi değil demişken burada ayrı bir parantez açmak gerekiyor. İşte tam olarak yukarıda söylediklerimden ötürü Doğukan Uludağ, orijinal öykünün içinde yer almayan hatta öykünün inşa ettiği evreni sarsacak kadar çok gülüyor ve güldürmeye çalışıyor. Tüm çabasına rağmen çoğu zaman güldürmeyi de başaramıyor. Üstelik öyküde oldukça içe dönük olan başkarakterimizi dışa dönük birine dönüştürme girişimleri bu trajikomik öykünün yarattığı etkiyi de ortadan kaldırıyor. Evet, öyküdeki adamın absürt davranışları ister istemez bizi tebessüm ettiriyordu. Ama “kendi kendiyle dalga geçmeyi bilen” bu adamın sahnedeyken bir gösteriye çıkmış gibi durmaksızın güldürmeye çalışması çok yanlış bir tercih gibi geliyor. Hele başı her sıkıştığında gülmesi ise çok abes kaçıyor. Sizi bilmem ama ben öyküyü okurken bu adamın yaşadıklarına içten bir şekilde üzülmüştüm. Ama tiyatronun beni Araf’ta bıraktığını itiraf etmeliyim, oyun boyunca ne başkarakterimize gerçekten üzüldüm ne de gerçekten keyifle güldüm. 

Tek Kişilik Dev Kadro?

Doğukan Uludağ, bu tek kişilik oyunda isimsiz başkarakterimize hayat verirken aynı zamanda oyunun yönetmenliğini de üstleniyor. Belki de oyunun en büyük sorunu da burada ortaya çıkıyor. Zira yönetmen olan Doğukan Uludağ, oyuncu Doğukan Uludağ’a bir türlü söz geçiremiyor sanki. 

Sezar’ın hakkı Sezar’a böylesine zor bir metni hatasız oynayan Uludağ, seyirciyi kaybetmemek için deyim yerindeyse kendini paralıyor. Bunun üzerine bir de diğer karakterlere hayat vereyim deyince sarf ettiği  efor onu oldukça zorluyor. Belki de bundan ötürü karakter geçişlerindeki kopukluk bazen başkarakterimize de sirayet ediyor.  Oyunun başında bize sunduğu başkarakter portresinin dışına çıktığı için başkarakterimizi tanımıyormuş gibi hissettiğimiz anlar, oyun ilerledikçe çoğalıyor.

Ama bunun ötesinde oyunun bariz bir süre sorunu olduğu ortada. Oyunun tanıtım bilgilerinde 2 saat olarak gözüken süre oldukça yanıltıcı. Zira oyun, daha önce de söylediğim gibi neredeyse 3 saat sürüyor. Yönetmen oyunu sahneye uyarlarken bazı karakterleri ve olayları çıkarıyor çıkarmasına ama kullanmayı tercih ettiği kısımlarda bir eksiltmeye gitmiyor. Çoğu zaman birebir kitaptaki cümleleri kullanırken bazen de oyunu uzatma pahasına, üstelik hikayeye hiçbir hizmeti olmayan eklemeler yapmaktan da geri durmuyor. Yani tüm bunlar göz önüne alındığında bu oyunu başarılı bir uyarlama olarak görmek oldukça güçleşiyor.

Akıp Giden Zamana İnat

Ama yönetmeni tam anlamıyla başarısızlıkla itham etmek de pek adil olmaz. Sahne düzeni ve dekorlar, minimal olmasına rağmen yaratıcılığıyla insanı etkiliyor. Oyunun belirli aşamalarında kullanılmak üzere sahneye kancalı misinalarla asılmış olan objeler, sanki havada asılı duruyormuş gibi büyüleyici bir manzara sunuyor. Üstelik oyunda sırası gelip de kullanıldıklarında her objenin zekice seçildiğine şahit oluyoruz. 

Ama Doğukan Uludağ’ın en yaratıcı buluşu, zamanın geçişini vurgulamak için kullandığı takvim yaprakları oluyor. Başkarakterimizi bazen takvimle dans ederken bazen de ceplerinden ve kitap aralarından takvim yaprakları fırlatırken görüyoruz. Bunun dışında tüm hikayenin bir mektup üzerine kurulu olduğunu düşündüğümüzde, sahnenin sağ tarafında havada asılı duran kocaman zarfın da şahane bir dokunuş olduğunu söylemeliyiz.

Öte yandan bu etkileyici ve yaratıcı sahne düzeninin objeler kullanıldıkça ortaya çıkan kancalar yüzünden kısıtladığını ve oyuncunun hep aynı yerde oynamak zorunda kaldığını da belirtmeliyiz. Bu durum her şeyin oyuncunun anlatımı üzerine kurulmuş olan oyunun, tahammül seviyesini aşacak kadar monoton bir hale gelmesine sebep oluyor.

Hasılı kitabı okumuş biri için yeni hiçbir şey vadetmeyen bu oyun, kitabı okumamış biri için ise çözülmesi oldukça güç bir bilmeceye benziyor. Bana kalırsa bu oyunun en büyük problemi, aslında en temelden başlıyor. Sahneye uyarlanmaya hiç uygun olmayan bu öykü, kariyerinin başındaki yetenekli bir tiyatrocunun deneysel bir çabası olarak akıllara kazınıyor.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir