The Cat Piano (2009)
Simdi bana 8 dakikanızı ayırın ve sizi kendi dünyanızdan alıp kedilerin dünyasına götüreyim… Yaşadığım şehirde, adeta F. Scott Fitzgerald’ın “Muhteşem Gatsby”sinin malikânesindeki karnaval ortamı hâkimdi. Etrafta müziklerini icra eden sanatçı kediler, kimsenin ciğerine saldırmadan kendi hallerinde yaşıyorlar, barlarda eğleniyorlar, harman oluyorlar, bir iki tek atıp sonra yumaklarının yanlarına kıvrılıp saatlerce miskin miskin uyuyorlardı. Metropolde yaşayan binlerce tüy yumağı, geceleyin sokaklara karışıyor hep bir ağızdan jazz, blues ve evrenin diğer müziklerini icra etmekle uğraşıyor, özel malikânelerde partiler veriliyor ve şehir gürültüleri tüm gökyüzüne karışıyordu.
Her şeyin süt liman olduğu bu zamanlarda, kimsenin başlangıcını hatırlayamadığı bir gün şehre kara gölgeler çöktü. Karanlık bir el, şarkıcı kedilerin boğazlarına yapışıyor ve her biri teker teker sırra kadem basıyordu! Şehre kaos hakim olmaya başlamıştı. Sonunda polis kediler, bir ipucu buldular. Buldukları izler, bir insana aitti…
Edgar Allen Poe’nun gotik hikâyelerini andıran bu kısa film, Eddie White’ın bir şiirinden esinlenerek ortaya çıkmış. Zaten “The Cat Piano”nun grotesk çizgilerinin eşliğinde, sanki Poe’nun “Kuyu ve Sarkaç” hikâyesinin içine çekilmiş gibi hissediyoruz. Poe’nun öyküsünde İspanyol Engizisyonu tarafından yapılan türlü türlü işkenceler betimlenir. Filmde ise tarihteki en hastalıklı icat olan “Katzenklavier” yani kedi piyanosunun gazabından bahsedilir. Kedilerin sıralı bir şekilde konulduğu bu piyano aygıtında, ayrı ayrı notalara basıldığında kedilerin kuyruklarına iğne batar ve o notada bulunan kedi avazı çıktığı kadar viyaklar. Öykü ile filmin benzerliğin ne kadar çok belli olduğu Kuyu ve Sarkaç hikâyesini incelediğimizde daha da iyi anlaşılıyor. Ama karşımızda kanlı bir işkence filmi de yok tabi iki. Bu kısa filmde azıcık kan, dibine kadar müzik var! Bunu söyledikten sonra, filmin müziklerini yapan Benjamin Speed, kedi piyanosu çalsa böyle kaliteli müziklerde icra edebilir mi diye de düşünmeden de edemiyorum.
Nick Cave’in eşi benzeri görülmemiş kavruk sesiyle anlatıcıya ruh verdiği film, tek dertleri eğlenmek olan kediler ülkesinin sakinlerinin, bir gün uğursuz bir “mahluğun” kedileri birer birer kaçırmasını konu edinir. Kafkaesk atmosfer, anlatıcının yaşadığı gerilimin peşinden bizi de sürükler. Romans anlatılarını aratamayan hikâye, anlatıcının gizemli ve buğulu sesiyle gelişen hadiseleri daha pür dikkat izlememize sebebiyet verir.
Yönetmen Ari Gibson’ın, şiirin sahibi Eddie White ile beraber çektiği, 8 dakikalık bu kısa filmi izlerken Francis Ford Coppola’nın “The Cotton Club / Gangsterler kulübü (1984)” filminin kediler evrenine yansıtılmış halini görür gibi oluruz. People’s Republic of Animation şirketinin ellerinden çıkan, Avusturalya yapımı bu animasyon kısa film, hak ettiği başarıyı birçok festivalde aldığı ödüllerle de kanıtlamıştır. Anlatıcının Van Gogh’a atıf yaparcasına kulağını kestiği sahne ise filmin en akılda kalan sahnelerinden birisidir.
Filmin sonunda, intikam hırsıyla yanan anlatıcıyı, şehre düzeni geri getirmiş ve yaşantısını odasında yazarak devam ederken görürüz. Camdan içeriye günün ilk ışıkları sızarken onun, kendini şehirden neden soyutladığını anlarız. Çünkü en büyük ödülün sahibi olmuştur. Acaba sizde bu fikrime hak verecek misiniz?
Yazar: Umut Uçan