Maksat Sinema Olsun “5” Yaşında: Beni Neden Saymadın?
Takvimler 31 Temmuz 2011 tarihini gösterdiği zaman “Her şey bir Rüya ya da Maksat Sinema Olsun” demiştik. Şimdi aradan tam beş yıl geçti, anlayacağınız Maksat Sinema Olsun şimdi beş yaşında! Bildiğiniz gibi her senemizi bir hikaye ile kutluyoruz. Bu sene de geleneği devam ettirerek, Ülkü Tatar‘ın “Beni Neden Saymadın?” ile sizleri baş başa bırakıyoruz.
Kalemi elime almam bu sefer bir teklif üzerine oldu. Hakkında yazmam gereken şey, 5 sene boyunca düşe kalka ilerlemeyi ya da büyümeyi ya da var olmayı başaran bir blogtu. Ama daha o kadar da vakit geçirmemiş ve ilerlememiş olduğu için değildi bu düşüş ve kalkışlar. Nitekim küçük bir çocuğun düşmesi ne kadar olağan ise yıllardır yürümeyi başarmış bir yetişkinin düşmesi de o kadar olağandı. O yüzden eminim ki yıllar geçse de her şey bir düşüyordu ve bir kalkıyordu.
“Dört’ün Zaferi”, blogun bu kalkmayı başardığı zamanlardan birinde gerçekleşmiş ve “Dört”, sinemaya olan tutkusunu nazarımda, kalemimde ispat etmişti. Fakat şimdi ne yazmalıydım. İşte bu benim için zor bir karardı. Uzaktan ama anlaşılır, kararlı adımlar duydum o sırada. İlk yürümeye başladıklarında çocukların yalınayak, heyecanlı ve dengeli olmaya yanıp tutuşan adımlarına benzer ayak sesleri. Daha önce Oronte ve Alceste’nin, yazmaya çalışan ve fazlasıyla umutsuz olan bir adamın yanına bir gece vakti geldiğinde neler yaşadığını yazdığım hikâyeyi (Moliere’in Hayaletleri, Mavi Yeşil Dergisi, Eylül-Ekim 2015) anımsadım. Belki de birçok kişinin, kendi kafasındaki veya başkalarının kafasındakileri ile bir hayalet görünümünde karşılaşması mümkün olan bir durumdu bu. Yazdığım hikâye gerçek olmuş, Moliere’nin karakterleri yerine benim üzerinde düşündüğüm ama nasıl biri olduğuna daha karar veremediğim “Beş” gelmişti. Şaşırmadım. Heyecanlanmadım. Korkmadım. Kafamın içindeki belirsizliği somut olarak görmek memnun etti sadece. O da sakindi ve sıradan davranıyordu. Her zaman ziyaretine geldiği bir arkadaşının yanındaymış gibiydi. Masanın bir köşesine oturdu. Hikâyede geçtiği gibi vakit gece değil, apaydınlık bir gündüzdü. “Beni düşünüyorsun.” dedi. Hiç düşünmeden onu onaylamak istedim. “Evet. Bana yardımcı olacak mısın?” diyerek aslında o kadar da iyi durumda olmadığımın sinyallerini verdim.
-Önceki hikâyen hoşuma gitmedi. Ayrıca beni neden saymadın? Beni de sayabilirdin. Orada bir yerlerde, bir köşede bir gün çıkıp geleceğimi var sayabilirdin. Okuyucuya bunun bir devamı olacağını ve bir gün benim bir şeyler yapabileceğimi, yapacağımı hissettirebilir, düşündürebilirdin.
-Bunun bir devamı olacağına nasıl emin olabilirdim ki?
-Neden? Buna inanmıyordun demek.
-Bilmiyorum.
Aslında ne hissettiğimi bilmediğim, bilsem bile bir türlü ifade edemediğim durumlarda kullandığım kaçamak cevap. Bilmemek bazen gerçekten fazlasıyla hafifletici.
-Bizden bahsetmiyordun. Yani bahsediyordun da gerçekten nasıl olduğumuzdan, ne yaptığımızdan, ne olduğumuzdan bahsetmiyordun. Sadece küçüktük senin gözünde. Ve bir sinema salonunda olmalıydık. Bu kadar. Fedailerin olduk bir nevi.
-Küçük olmanın dışında başka ne gibi bir anlatılası tarafınız var ki? Birer küçük insansınız.
Bunu derken aslında onları önemsemediğimi de göstermiş oluyordum. Gerçekten önemsemiyor muydum?
-Emin olamazsın. Bizi “Aşırıcılar” (The Borrowers, 1997) filmindeki küçük insanlar gibi düşünmedikleri, garip ve orantısız burnu ve dişlek tipleri akıllarına getirmedikleri ne malum?
Bu hesap verme durumu beni konudan uzaklaştırmıştı. O kendini ve arkadaşlarını en iyi şekilde korumaya ve tanıtmaya çabalarken ben de hangi tiplerden bahsettiğini bulmaya çalışıyordum.
-Ron Howard imzalı “Grinch” (How the Grinch Stole Christmas, 2000) filmindeki insanların suratları gibi de olabilir pekâlâ! Yazarken birçok şey gelmiş olabilir aklıma.
-Sürekli filmlerden kopya çektin yani. Kulağa hoş gelmiyor ayrıca. Gayet biçimliyiz ve belli bir orantıya sahibiz. Küçük olmamızı sen istedin.
Bu garip alınganlık ve ısrar neden? Kafamın içinde kurgulamaya, var etmeye çalıştığım “Beş” geldiğinden beri neden bu şekilde var olduğunu, olmak zorunda olduğunu sorguluyordu. Bunun onun için de, bizim için de yeni bir şey olmadığı nasıl belliydi. Var olanın kaçınılmaz kaderi. Hem de var olmamışken!
-Her yerde olmalıydınız, gözükmeden.
-Sinema salonunda mı, zihninde mi?
Neden zihnimde sürekli var olmalarını isteyeyim ki, hem de bu istek yüzünden onları birer küçük insana dönüştüreyim. Peki, her zaman benim kafamın içindeler mi? Var olan bir şey yok olabilir mi?
Başını çevirdi, nereye çevireceğini düşünmeden. Sadece bakışlarını saklamak istiyordu. Duygularının toparlanıp kendi odalarına dönmelerini, her şeyin yerli yerinde olmasını bekliyordu. Bu ne zaman tam olarak gerçekleşebilirdi ki?
-Gerçekten merak ediyorum. Söylesene, sinema senin için ne ifade ediyor?
-Herkes için farklı şeyler ifade eder. Farklı amaçlarla perdeye kendilerini teslim eder insanlar.
-Bu ne saçma bir cevap. Bunu ben de biliyorum. O perdeye sen kendini neden kaptırıyorsun, onu soruyorum.
-Kaptırmak değil, teslim olmak.
-Bütün seçenekleri düşünüp en doğru yolu seçtiğini, en doğru yol olmasa bile en olağan, olması gereken, olacak olan yolun bu olduğunu düşündüğün zamanlardaki hissettiğin durum. Olması gerekeni sen değil, perdedeki yaşıyor ama. Neden sorusuna verilmeyecek cevaplar…
-Hiçbir şeyin tek bir nedeni yoktur.
(Dünyanın en önemli sözünü söyler gibiyim. Aslında fikirlerim nasıl da tükenmiş.)
-Ah! Ne kadar sıkıcısın. Şuraya “Blog beşinci yılına girdi, kutlu olsun!” yaz ve bırak.
-Nereye gidiyorsun?
-Ben hiç gelmedim. Kafanın içinde bir yerlerdeyim sadece.
-Zamanın kelimelere dökülmüş halisin.
-Neyse ne. “Altı”yı yazmaya kalkarsan yine böyle umutsuz bir şekilde kalemin kâğıdın başında durabilirsin. Zaman sadece sayılarla ölçülmez.
-Gelmediğini söylüyorsun ama veda eder gibisin.
-Zaman gelip geçtiği için veda edebilir. Bunun farkında değiliz sadece. Fakat zamanı sadece sayılarla ifade etmekte ısrar edersen bence sen de yazmaya veda etmelisin. Öyle bakma. Ne demek istediğimi gayet iyi anlıyorsun. Duygusallığını başka yazılarına saklarsın. Hoşça kal.
Yazar: Ülkü Tatar