Les Quatre Cents Coups / The 400 Blows / 400 Darbe (1959)

Les Quatre Cents Coups / The 400 Blows / 400 Darbe (1959)

Kısaca: Les Quatre Cents Coups, François Truffaut tarafından yazılıp yönetilmiştir. Truffaut’un ilk uzun metraj çalışması olan film, Fransız Yeni Dalgası’nın da ilk filmidir. Truffaut’un özyaşam öyküsünden yansımalar içeren film bu yönüyle de otobiyografik unsurlar içermektedir. Bir çocuğun ev-okul-sosyal çevre arasında yaşadığı sorunları ele almasıyla eğitim temalı filmler içinde de dikkat çeken bir yere sahiptir.

Konu: Antoine Doinel, ekonomik durumları iyi olmayan ve birbiriyle pek geçinemeyen bir çiftin çocuğudur. Henüz ortaokul çağlarında olan Doinel, evde ailesi, okulda da öğretmenleri ile sürekli sorun yaşamaktadır. Kendisini anlatamayan ya da karşısındakiler tarafından bir türlü anlaşılamayan Doinel, çareyi hem evden hem de okuldan kaçmakta bulur.

Yazan ve Yöneten: Filmimiz, François Truffaut tarafından yazılıp yönetilmiştir. Les Quatre Cents Coups, Truffaut’un iki kısa metrajdan sonra çektiği ilk uzun metraj filmidir. Truffaut, bu filmle Oscar’a (En İyi Senaryo) ve BAFTA’ya (En İyi Film) aday olmuş, En İyi Yönetmen dalında Cannes’da ödülü kucaklamıştır. Hem ilk uzun metraj deneyimi olması hem de kendi hayatından kesitler anlatması yani bir yönüyle otobiyografi olması dolayısıyla Truffaut için özel bir anlamı olan film, sinema tarihi açısından da ayrıca özel bir öneme haizdir. Bunu anlamak için hem Truffaut’un hayatına hem de 50’lerin sonuna doğru Fransız sinemasında neler olduğuna kısaca bakmak gerekir.

Okumayı seven ama “okumayı” sevmeyen bundan ötürü öğrencilik hayatı iyi gitmeyen Truffaut, 14 yaşında okulu bırakıp çalışmaya başlar. Okulu bıraksa da edebiyata ve sinemaya olan ilgisi devam eder. Eğitim hayatındakinin aksine sinema hayatında iki önemli hadise onun için adeta sıçrama tahtası olur. Bunlardan ilki, 15 yaşına geldiğinde (1947 yılında) bir film eleştirmeni ve kuramcısı olan Andre Bazin ile tanışmasıdır. Truffaut, Bazin’in kurduğu sinema kulübünden doğan “Les Cahiers du Cinema” isimli dergide yazmaya başlar. Truffaut ile beraber Claude Chabrol, Jean-Luc Godard ve Jacques Rivette’nin de yazar olarak bulunduğu bu derginin sinema tarihi açısından önemi ise 50’li yıllarda belli kalıplar üzerinden çekilen filmler nedeniyle durağanlaşan Fransız sinema sektörüne koydukları tepkinin bir akıma dönüşmesiydi: La Nouvelle Vogue (Fransız Yeni Dalgası). Truffaut’un yaşadığı ikinci önemli olay ise 1957 yılında “Les Films du Carosse” isimli film şirketinin sahibinin kızı olan Madeleine Morgenstern ile evlenmesidir. Ve böylece Fransız Yeni Dalgası’nın sinemaya ilk somut adımını atması için bütün koşullar olgunlaşmıştır: Les Quatre Cents Coups. Yani denilebilir ki “Les Quatre Cents Coups”, Truffaut için küçük ama sinema tarihi için büyük bir adımdır.

Film: Fransız Yeni Dalgası, döneminin kalıplaşmış tekniklerinin dışına çıkıp jump cut (atlamalı kurgu), hareketli kamera, doğal ışık, doğal ses, film karesini dondurmak, 4. duvarı yıkmak (seyircinin varlığını kabul edip seyirci ile ilişki kurarak seyircinin filmin parçası olmasını sağlamak) gibi o dönem için deneysel olan teknikleri kullanmaya başlamıştır. Les Quatre Cents Coups, Truffaut’un bu teknikleri kullandığı ilk filmdir.   

Film Yapım Kurumu’nun kalıplarından kaçan Truffaut, bizi, güzel bir günde keyifli ve hareketli bir Paris turuna çıkarır. Giriş jeneriği eşliğinde gezdiğimiz, Eiffel Kulesi’ni doyasıya seyrettiğimiz şehrin küçük bir sakininin (Antoine Doniel) hayatına doğru ilerleriz. Doinel’i (Jean-Pierre Leaud) ilk olarak sınıfta tanımaya başlarız. Çok vakit geçmeden ortaokul çağlarındaki Doinel’in hususiyetle Fransızca öğretmeni (Guy Decomble) tarafından pek sevilmeyen bir tip olduğu anlaşılır. Ayrıca daha en baştan öğretmenimizin öğrencisini anlayıp dinlemeden, meseleyi gördükleri üzerinden değerlendirerek yargılama yapan ve zaman kaybetmeden cezayı infaz eden otoriter bir tip olduğu da anlaşılır. 

Doinel’e hayat veren Jean-Pierre Leaud’u seyretmeye başladıktan bir süre sonra, “bu role ancak bu yüz hayat verebilir” diyorsunuz. Öte yandan küçük yaşına rağmen zor bir hayat yaşadığını filmin her anında bize hissettiren ve kelimenin tam anlamıyla bir “ilk” olan bu filmin ağırlığını sırtlamayı başaran Leaud ile Truffaut’un yolları uzun bir süre ayrılmamıştır. Hatta Leaud ile Antoine Doinel karakterinin yolları da uzun bir süre ayrılmamıştır. Ve Leaud, yine Truffaut tarafından yazılıp yönetilen Antoine et Colette (1962), Baisers Voles (1968), Domicile Conjugal (1970), L’amour en Fuite (1979) filmlerinde Antoine Doniel karakterine can vermiştir. (Bu filmlerin içinde özellikle Baisers Voles (1968) öne çıkmaktadır. Oscar ve Altın Küre’ye aday olmuş film, Truffaut’un son derece başarılı olduğu eserlerinden biridir ve komedi-dram sevenlere önerilir.) 

Filmimize dönecek olursak Les Quatre Cents Coups, Doinel üzerinden ilerlemektedir. Dolayısıyla eğitim temalı bu filmde öğrenci merkezli bir anlatı hâkimdir. Hal böyle olunca film sınıfa gömülüp kalmamaktadır. Ve Doinel’i yaşadığı evde, gezdiği sokaklarda,  eğlendiği yerlerde seyretme şansına sahip oluruz. Burada en önemlisi ise şüphesiz evi ve ailesidir. Evde sobayı yakan, alış-veriş yapan, sofrayı hazırlayan, çöpü döken Doinel, bir an gözümüze evin beslemesi gibi görünür. Tüm olumsuzluklara rağmen hala umutları olan neşeli bir baba (Albert Remy) ve ne olsa memnun olmayan bir annenin (Claire Maurier) çocuğu olan Doinel’i küçük, daracık apartman dairesinin giriş kapısının yanına kıvrılıp yatarken gördüğümüzde ise artık gerçekten bu çocuğun ev ahalisi ile olan ilişkisini sorgular hale geliriz.

Doinel’in babası Julien, çocuğuna karşı yorgun yüzündeki tebessümünü ve esprilerini eksik etmese de arabasına karşı beslediği sevgiyi ve işiyle ilgili geleceğe yönelik beklentilerini Doinel’e karşı hissetmez ya da hissedemez. Julien rolünde gördüğümüz Albert Remy, yılmış ama yıkılmamış, hala umutlarını korumaya çalışan, seyirciyi, kendisine kızmak ve kızmamak arasında kararsız bırakan baba rolünün hakkını vermiş. Doinel’in annesi Gilberte olarak karşımıza çıkan Claire Maurier ise her hareketinde çocuğuna karşı nefretini gösteren, onu ve hayatını umursamayan, kocasına karşı sürekli memnuniyetsiz daha da kötüsü sadakatsiz olan, “Böyle anne, böyle eş olmaz olsun!” dedirtecek kadar itici bir kadını başarıyla oynuyor. Gilberte, mutluluğu evinde, ailesinde bulmak yerine sonu aldatmak olan bir arayışa sürüklenmeyi tercih eden bir kadındır. Ta ki bir gün öğretmeninin gazabından kurtulmak için Doinel’in söylediği bir yalanın ortaya çıkışına kadar. 

Yalanlar ve ufak hırsızlıklar sarmalı, işin içinden çıkılamayacak boyuta geldiğinde çareyi hem okuldan hem de evden kaçmakta bulan Doinel’in tek destekçisi arkadaşıdır. 12-13 yaşlarındaki yalnız bir çocuğa yine kendi yaşlarındaki başka bir çocuk, ne kadar ve nereye kadar destek olabilir ki? Çocuksu bir kaçış oyununun sonu nereye varabilir ki? Ve benzer soruları düşünürken arkasından ne geleceğini tahmin edemediğimiz olaylar silsilesi içinde buluruz kendimizi. Kısa bir zaman diliminde küçük bir çocuğun geniş bir mekânsal tecrübesine şahit oluruz. Artık hayatta kalma mücadelesi gibi ciddi bir sorunla karşılaşan Doinel, şimdiye kadar hayatta öğren(ebil)diği en iyi şeyi, hırsızlık yapmayı, biraz daha büyük çapta gerçekleştirmeye karar verir. Elbette ki büyük hırsızlıklar büyük sorunlar getirir. Kaderin cilvesinden olsa gerek, başarısız bir soygun girişiminin sürpriz sonu, insanın içini acıtacak şekilde karşımıza çıkar. Güzel bir günde, keyifle ve özgürce seyrederek geldiğimiz şehri, mahkûm aracının parmaklıkları arasından, Doinel’in gözyaşları içinde, hüzünle seyrederek terk ediyoruz.  

“Les Quatre Cents Coups”, motamot olarak “400 darbe” şeklinde çevriliyor. Bir deyim olarak ise “okulu kırmak”, “serkeş bir hayat sürmek”, “sürekli sorun çıkarmak” gibi anlamları görülüyor. Doinel’in hayattan yediği darbelere ya da yaşadığı hayata, hâsılı hangi tarafına bakarsak bakalım filmin isminin karşılığını bulduğunu, bundan dolayı da Truffaut’un çok iyi bir isim seçtiğini söyleyebiliriz. 

Filmin sonlarına doğru Doinel’in hayatına dair anlattıkları, aile ilişkilerine dair merak edilen “nasıl” ve “neden” sorularına toplu bir cevap oluyor. Ya da cevap olduğunu düşünüyoruz. Öyle ya neden-sonuç ilişkileri kurmak sorunu anlamak için yeterli midir acaba? Belki de hiç kolay değildir böyle bir hayatı anlamak. Belki de hiç kolay değildir böyle bir hayatı anlatmak. Belki de hiç kimseye anlatamadığı ya da hiç kimsenin onu anlamadığını düşündüğü için herkesten ve her yerden kaçıyordu Doinel. Mesela bir kaçışında seyrettiğimiz uzun koşusunda tüm sessizliğine karşın “denizi görmenin benim için ne büyük şeyler ifade edebileceğini nasıl anlayacaksınız?” diye bağırır gibidir. Belki de ilk defa sonucuna değer bir kaçış gerçekleştiren Doinel, son olarak yüzünü bize çevirip kullanabileceği en güçlü dili, bakışlarını kullanır ve “artık beni rahat bırakın!” dercesine bekler. Sinema tarihine böyle muhteşem bir son hediye ettiği için Truffaut’u saygıyla selamlıyorum.   

Cinsiyet: Okulda, Doinel’in sınıfında gözümüze çarpan şeylerden biri şüphesiz sınıfta hiç kız öğrencinin olmayışıdır. Elbette ki bunun filmle ya da Truffaut ile herhangi bir ilgisi yoktur. O tarihlerde Fransa’da karma eğitim henüz yaygınlaşmamış hatta bildiğim kadarıyla tam da filmin çekildiği tarihte kademeli olarak karma eğitime geçiş süreci başlamıştır. Dolayısıyla sınıfta hiç kız öğrenci göremeyiz. Aslında filmin genelinde hep erkek görürüz. Doinel’in kendisi, babası, öğretmenleri, müdürü, en yakın arkadaşı, erkek, erkek, erkek… Erkek egemen bir filmle karşı karşıyayız. Filmdeki tek kadın karakter Doinel’in annesi Gilberte’dir. Ama Truffaut, tek kadın karaktere rağmen vurgu yapmasa da önemli noktalara temas etmesini bilir.Örneğin diyaloglardan öğrendiğimiz kadarıyla Gilberte’nin sevdiği insanla hayatını birleştirme isteği karşısında ailesinden gördüğü baskı ya da yaşadığı toplumun gereksinimlerinden olarak kendisine ve çocuğuna soyadını verecek bir erkeğe ihtiyaç duyması… Fakat sonuç olarak filmimizin tek kadını Gilberte, kötü bir anne ve sadakatsiz bir eştir. Dünyadan bihaber Julien ise eşinin eve geç gelmesini, işyerinde çok çalıştırılmasına bağlayarak, dünyanın kaç bucak olduğunu kendisinden daha iyi bilen oğlu Doinel’e “Kadınlar sömürülür, hakları savunulmaz” diye dert yanar.  

Sistem: Julien, “Parmak kaldıracaksın evlat, kendini göstereceksin yoksa yarış dışı kalırsın” ifadeleriyle oğluna okulda işlerin nasıl yürüdüğünü anlatmaya çalışırken aslında genel olarak sistemin nasıl olduğunu gösterir. Kendini göstermelisin, var gücünle mücadele etmelisin, ne durumda olursan ol sonuna kadar yarışmalısın, vahşi rekabetin içinden hem sağ hem da zaferle çıkmalısın. Aksi takdirde kimse için hiçbir şey ifade etmezsin. Yarışın varlığı senin varlığının önündedir ve ondan önemlidir. Kimse kendi yarışını kuramadığı gibi yarışını da seçemez. Yarış hazırdır. Herkes içine doğar. Tam bu aşamada diyebiliriz ki Doinel (aslında Truffaut’un çocukluğu) ile bir öğrencinin var olma sancılarına şahit oluruz. 

“On sene sonra ne olur şu Fransa’nın hali?” diyordu Doinel’in öğretmeni sınıfın durumuna bakarak. “On sene sonra ne olur bu çocukların hali” mi demek lazım yoksa? İkisi de aynı şey değil mi zaten? Yoksa ikisi de bir bütünün parçaları ya da bir yapının boyutları mı? İkisini birlikte düşünmek gerekmez mi o halde? 

Filmde, okulu ve bir yönüyle de eğitim sistemini temsil ettiğini düşünebileceğimiz öğretmenin branşının Fransızca olması da manidar görünmektedir. Fransızca, dil yani her şey… Gilbert’in annelik yaptığı (ya da yapmaya çalıştığı) nadir sahnelerden birinde “okulda gereksiz bir sürü şey öğretiyorlar ama ya Fransızca…” şeklinde oğluna verdiği nasihatlerde bu durumu müşahede etme şansımız oluyor. Nitekim Doinel de annesinden aldığı ilhamla bir sigara yakar ve dikkatli bir şekilde Balzac okumaya başlar. Ve sonra yarış dışı kalmamanın bir yolunu bulduğunu düşünür: Eureka! Heyhat ki anne-çocuk arasında yıllar sonra ortaya çıkabilecek ilk ve tek kıvılcım, öğretmenin önyargılarına boğulacaktır.

Genel olarak anlıyoruz ki sistem bir bütün olarak işler ve anne-babanın yaklaşımı değişse de öğretmenin yaklaşımı değişmezse (ya da tam tersi) sorunlar devam eder hatta daha da büyür. Mesele gerçekten anlaşılmak istenmezse de sorunun kaynağı “Belki hormonlarla ilgilidir.” gibi alakasız yerlerde baştan savma bir şekilde aranır. Ve aile-okul ilişkisiyle çözülemeyen sorun nedeniyle yarışın huzurunu bozan kişi, emniyete, nezarethaneye ve nihayet çocuk ıslahevine oradan da kim bilir nerelere sürüklenip gidebilir. 

Sosyo-Ekonomik Durum: Julien ilkokulu bitirmiş, Gilberte liseyi terk etmiş ve ikisi de düşük gelirli bireylerdir. Yani Doinel ailesi, sosyo-ekonomik düzeyi düşük bir ailedir. Çocuklarına harika eğitim imkânları sunamazlar. Ve ailenin sosyo-ekonomik düzeyi kuşkusuz çocuğun eğitim hayatı bakımından son derece önemlidir. Ama acaba Doinel’in ailesi varlıklı bir aile olsaydı her şey daha mı farklı olurdu diye düşündüğümüz bir anda Truffaut, karşımıza Doinel’in en yakın arkadaşı Rene’i (Patrick Auffay) çıkarır. Rene, oldukça zengin bir ailenin çocuğudur. Ancak babası at yarışı hastası, annesi ise alkoliktir. Rene’in ne yaptığı ne annenin ne de babanın umurunda değildir. Odası var, parası var, ihtiyaçları karşılanıyor… Başka ne olacaktı ki? Anlaşıldığı üzere para, bu çocuğun eğitimi için “para” etmemektedir. Tabi Rene’in eğitim hayatı çok iyi gitmese de ailesinin varlıklı olmasının kendisinde oluşturduğu güveni de görmezden gelemeyiz. Dolayısıyla filmle birlikte bir çocuğun ailesinin sosyo-ekonomik düzeyinin önemini unutmayarak, çocuğun eğitimiyle ilgili aile içinde başka önemli unsurların da bulunduğunu hatırlıyoruz.

Sonuç: Les Quatre Cents Coups, Fransız Yeni Dalgası’nı başlatan ilk filmdir. Sinemadaki kalıpları yıkan film sadece Fransız sineması için değil dünya sineması için de ufuk açıcı bir hareketin başlatıcısı olmuştur. Yeni Dalga akımının karakteristiklerinden olarak Les Quatre Cents Coups, Truffaut’un -Doinel karakterinde- kendini yansıttığı bir filmdir ve öncelikli amacı eğitimle ilgili bir şeyler söylemek değildir. Ancak film, aile-okul ilişkisini her iki tarafta da sorunlu olarak kabul edilen bir çocuğu (Doinel) merkeze alarak işlemesi bakımından dikkat çekicidir. Ayrıca sınıfta tanımaya başladığımız Doinel’in okul dışında yaşadığı hayatı tüm çıplaklığı ile başarılı bir şekilde gösteren film, bu asi, küçük yaramazın okul ile neden zayıf bir ilişkisi olduğunu anlamak için bize fırsatlar sunmaktadır. Ve bu açıdan kendisinden önce çekilen Blackboard Jungle (1955) filminin bir adım önüne geçmektedir. Sonuç olarak birçok faklı açıdan öneme haiz olan filmin eğitim temalı filmler içinde de büyük bir önemi olduğu söylenebilir.

Yazar: Ümit Tatar

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir