
10. Uluslararası Suç ve Ceza Film Festivali Günlükleri 2: Adalet Terazisi Seçkisi
Pandemi yüzünden geçirdiğimiz bu zor zamanlarda, evlerimize sığındık ve sokağa çıkma yasağı sebebiyle birçok yer kapanmak ve birçok organizasyon iptal edilmek zorunda kaldı. Sinema salonları ve tiyatrolar da bu durumdan kendine düşen payı aldı. En son Malatya Film Festivali’nin iptal edildiğini öğrendik. Önümüzdeki aylarda da çığır açıcı bir “buluş” ortaya çıkmazsa yasakların ve tecrit hayatının devam edeceğini öngörebiliriz. Bu çoraklaşan ortamda adeta “vaha” gibi ortaya çıktı 10. Uluslararası Suç ve Ceza Film Festivali. Çevrimiçi izlenebilen festival, 20 Kasım’da başladı ve 26 Kasım’a kadar devam edecek. Yani hala bu festivaldeki filmleri izlemek için zamanınız var. Ben de festivalin Adalet Terazisi bölümünde görücüye çıkan filmlerden 3 tanesi hakkındaki görüşlerimi sizlere sunacağım. Keyifli okumalar…

Barış Gelini: Pippa Bacca (I am in Love with Pippa Bacca, İtalya / Kanada) – 2020
Pippa Bacca ya da gerçek adıyla Giuseppina Pasqualino di Marineo, 8 Mart 2008 yılında kendisi gibi aktivist arkadaşı Silvia Moro ile İtalya’da başlayıp Tel Aviv’de bitecek yolculuğuna çıkmıştı. 34 yaşındaki Pippa, “Barış Gelini” ismini verdiği projesi için Slovenya, Hırvatistan, Bosna, Bulgaristan, Türkiye, Suriye, Lübnan, İsrail ve Filistin ülkelerine gitmeyi hedefliyordu. Savaşların yoğurduğu bu ülkeler bilinçli olarak seçilmişti; Pippa Bacca sevgi ve barış mesajlarını buradaki insanlara aktarmak istiyordu. Gideceği topraklardaki ebeleri bulacak ve onlara yaptıkları işin kutsal olduğunu anlatacaktı. Şükranlarını sunmak için arkadaşıyla birlikte bizzat ebelerin ayaklarını yıkayacaktı. Bu uzun ve çetrefilli yolculuğa çıkarken sadece iki kişiydiler ve beyaz gelinlik giymişlerdi. Üstelik kat edecekleri mesafeyi sadece otostop ile sürdüreceklerdi. Kimileri için çılgınlıktı bu! Ama Pippa Bacca ve Silvia Moro sevgi elçileriydi, başlarına ne gelirse gelsin bu yolculuğu tamamlamak istiyorlardı. Kim tahmin edebilirdi ki Pippa’nın kendi ölümüne doğru yolculuk ettiğini…
Barış Gelini: Pippa Bacca filminin yönetmeni Simone Manetti, Pippa’nın ölümünden 12 sene sonra bu belgeseli çekiyor. Belgeselin girişinde beyaz gelinlikler içinde Pippa ve Silvia’yı izliyoruz. Milano’da aileleri ve sevenleri çıkacakları uzun yolculuk için ikisini uğurlamak adına toplanmışlar. Kimisi ağlıyor, kimisi de fotoğraf çektiriyor gelinlerle. İzlediğimiz bazı görüntüler Silvia ve Pippa’nın yolculuk boyunca yanlarından ayırmadıkları el kamerasının çektiği görüntüler. Nişanlısı motoruna bindirmiş, otoyola kadar götürüyor. Pippa’nın dört kız kardeşi ve annesi peşlerinden gelmiş. Belki biraz tedirginler, ama yinede “çılgın” dedikleri Pippa’yı anlıyorlar. “Her zaman diğerlerinden farklıydı” diyor annesi Pippa’nın. Başkalarının iyiliği için yaşayan sanatçı bir kişilik Pippa. Sırf bu yüzden gözünü karartıp uzun bir yolculuğa çıkıyor.
Belgeselin bir diğer yönetmeni Pippa desek yanlış olmaz. Sokakta gördüğü insanları çekiyor, otostop için bindiği araç şoförleriyle konuşurken her zaman kamerası kayıtta. Hayatta olsaydı, belkide kendi belgeselini çekecekti ama sonunu bu şekilde tamamlamak istemezdi…Yönetmen, Pippa’nın anne ve kardeşleriyle röportajlar yapmış. Çocukluk yıllarına dair fotoğraf karelerinden de aslında ailenin seyahat etmeyi ne kadar çok sevdiğini öğreniyoruz. Ufacık kızken başlayan bu uzun yolculuklar Pippa için bir şeyleri tetiklemiş olsa gerek.
Belgeselde Silvia Moro’da yer alıyor. Yolculuklarını anlatırken yer yer kelimeler boğazına düğümleniyor. Pişmanlıkları da var, keşkeleri de… Acaba Pippa ile yolları ayrılmasa daha farklı bir durumla karşılaşır mıydık diye düşünmeden edemiyorum. Yönetmenin röportaj yaptığı kişilerle kamerasına mesafe koymuş. Kimi zaman konuşanın yüzüne dümdüz değil de bir eşikten ya da konuşan kişinin yanından bakıyoruz. Bu tercihi sevdiğimi söyleyebilirim. Manetti, izleyiciye Silvia Moro ile Pippa’nın ayrılmadan önce yaşadıkları gerginlikleri de vermiş. Silvia, Pippa ile arasındaki sorunları itiraf ederek belki de kameralar aracılığı ile günah çıkarıyor. Daha sonra bu iki arkadaş yolculuklarını ayrı devam ettiriyorlar. Türkiye’de Gebze’ye geldiğinde maalesef Pippa için yolculuğunun sonu oluyor. Performansını 23 gün sürdürebiliyor.
Belgeselin dili kızan, köpüren, suçlu arayan bir söylemde bulunmuyor. Adeta Pippa’ya son bir veda gibi. Kimseyi töhmet altında bırakan bir yapısı yok bu dilin. Bence Pippa hayatta olsa o da bu şekilde filminin olmasını isterdi. Aslında en güzel mesajı Pippa’nın kardeşi veriyor: “Pippa sevgi götürmek için çıktı bu yola, öldürülmüş olsa bile vermek istediği mesaj yerine ulaştı bence” diyor kız kardeşi. “O ne pahasına olursa olsun sevgiyi sırtlanmıştı, asıl şimdi sevgi dünyaya zuhur edecek” kabilinden bir söz söylüyor. Bence çokta haklı.
Belgeseli sevdiğimi söyleyebilirim. Gerçektende ilginç bir deneyimdi benim için. Ölecek olduğunu bildiğiniz birisinin belgeselini izlerken bir umut belki yolculuğunu tamamlar diye bekledim. Pippa’nın geçmiş olduğu yollardan geçmek, ekranda onun performansını izlemek Dünya’da onun gibi iyiliksever insanların olduğunu bilmek insanı mutlu ediyor… Barış Gelini: Pippa Bacca belgeselini mutlaka izleyin.

Baba (Father, Sırbistan / Fransa / Almanya / Slovenya / Hırvatistan / Bosna Hersek) – 2020
Kahramanın sonsuz yolculuğu bu sefer Sırbistan’da devam ediyor. Kahramanımız Nikolay, çalıştığı fabrikadan çıkartılır. Tazminatını alamayan Nikolay günü birlik işlerde çalışır ve geçim derdi çekmektedir. 2 çocuğu ve karısına bakmak için elinden geleni yapıyordur ama yetmiyordur. Bir gün karısı iki çocuğunu yanına alıp Nikolay’ın eski çalıştığı fabrikaya gider ve kendini benzin döküp yakar. Bu olaydan sonra Devlet Nikolay’ın çocuklarını geçici aileye süresiz olarak verir. Sebep olarak ise çocukların yaşadığı travma ve ekonomik yetersizlikler gösterilir. Bu olaydan sonra Nikolay çocuklarını geri alabilmek için köyünden 300 kilometre uzaktaki Belgrad’a yürüyerek gidecektir ve karşısına türlü türlü engeller çıkacaktır.
Klasik sinemanın yaptıklarının aynısını yapan, düz bir zeminde ilerleyen bir film Baba. Giriş, gelişme ve nihayetinde sonuç bölümleri var. Başlarken sonunu tahmin edebileceğiniz filmlerden. Ancak bu yolculuk esnasında karşısına çıkan problemler aslında yönetmenin mesaj vermek için göstermiş olduğu göstergeler. Mülteci sorununu da işliyor, devlet mekanizmasının usulsüz işleyişini de. Ülkenin ekonomik sorunlarını da gösteriyor, halkın birbirine duyduğu güvensizliği de. Tüm bu sorunları göstermek için çocuklarını arayan mağrur baba Nikolay’ı kullanıyor. Baba rolündeki Goran Bogdan, Fargo dizisinde de boy göstermiş. Minimal kullanılan replikler ve bedensel oyunculuk performansını yukarıya çıkartıyor. Yeni bir şey söylemeyen film, kaliteli bir oyunculuk ile tepetaklak olmaktan kurtuluyor.
Yönetmen Srdan Golubović, kamerasını doğa manzaralarına sık sık çevirmiş. Bir vakit sonra kameranın varlığını hissetmiyorsunuz zaten. Tahmin edilebilirliği bağlamında iki saatlik bu film yine de izlenmeyi hak ediyor. Medyanın gücünü ve devlet mekanizmasının medya faktörü sebebiyle ikiyüzlülüğe vuran tavırları izlerken izleyiciyi sorgulatıyor. Riske girmeyen, sade, akıcı, müzik kullanmayan bir film. Tarkovski, Nuri Bilge Ceylan dinginliği beklemeyin, dakikalarca etrafa bakan karakterler yok. Yine de kalıpları yıkan bir film değil. Sonuçta Odiseus’tan beri anlatılan hep aynı formül. Kahraman ve yolculuğu… Bu yolculukta babanın karşısına çıkan sorunlar yunan mitine öykünüyor. Odiseus’un karısı Penolope’ye kavuşması gibi Nikolay’da karısına kavuşabilmek için türlü badireler atlatıyor. Tek gözlü dev Cyclopes burada çocukları alan devlet kurumu, medya kanalını da Odiseus’a yardım eden tanrılara benzetmek zor olmasa gerek.

Almanca Dersi (The German Lesson, Almanya) – 2019
Yönetmen Christian Schwochow, Alman edebiyatının önemli yazarlarından Siegfried Lenz’in “Almanca Dersi” romanını aynı isimle sinemaya kazandırıyor. Hikayemiz, Almanya’nın kuzeyinde Danimarka sınırına yakın bir kasabada geçmekte. Film iki farklı düzlemde ilerlemekte. Ben anlatıcı Siggi Jepsen ıslah evinde ona verilen Almanca Dersi ödevinin konusu “görev tutkusu” olunca ilk önce hiçbir şey yazamıyor ve yönetim tarafından cezalandırılıyor. Daha sonra ise yazamama sebebini açıklıyor ve Siggi’nin çocukluğuna gidiyoruz. Yıllar önce yaşadıkları yazamama sebebidir ve tüm taşlar yerine oturunca Siggi bu sefer ciltler dolusu yazmaya başlayacaktır.
Siggi’nin babası Jens Ole Jepsen, 1943 yılında, İkinci Dünya Savaşı’nın Almanya’nın aleyhine döndüğü zamanlarda, Nasyonal Sosyalistler tarafından çok yakın arkadaşı da olan ressam Max Ludwig Nansen’in resim yapmasını engellemek ve bu yasağa uyup uymadığını kontrol etmesini için görevlendirilir. Siggi’yi de ressamdan kendisine bilgi taşıması için muhbir olarak kullanır. Ama hiç beklemediği bir şey olur! Siggi’nin vaftiz babası da olan ressam, Siggi’ye resim yapmayı öğretir ve aralarında sıkı bir bağ oluşur.
Polis baba tam anlamıyla Nazi iktidarının taşradaki halidir. Hatta birebir dönemin Gestapo Cumhuriyeti’ni simgeler. Tavizsizdir. Görev adamıdır. Ailesi dahil kimseye idealleri uğruna iltimas geçmez. Totaliter ve faşist iktidarın tezahürüdür. Bu antipatik karaktere can veren Alman oyuncu Ulrich Noethen, yıllarca hafızalardan çıkmayacak bir performans sergilemiş. Talimatları uygulayan baba, kendini görevine o kadar çok kaptırır ki savaş sonrasında bile resim yasaklarına olan görev saplantısı devam eder. Sanatçıya, sanata nefretle bakması dönemin hükümetinin verdiği bir karardır ama ne ironiktir ki resimleri yasaklayan Nazi Almanyası’nın lideri Adolf Hitler’in de gençliğinde ressam olduğunu biliriz.
Koşulsuz sorgulamasız itaat anlatılır hikayede, görev tutkusu “saplantılı bir itaat köleliğine” dönüşmüştür. 1984 romanında çocuklar ebeveynlerini şikayet ediyordu ya da diğer distopik romanlarda sistemin katı ve anlaşılmaz kuralları vardı. Bu kurallar yasakları beraberinde getirirdi. Resim yapması yasaklanan ressam da görünmez resimler çiziyor. Çünkü çizdiği gün batımı resmi bile sistem için birer suç ögesi. Ressam karakteri Nazi döneminde “yapılmamış resimler” ismini verdiği bin üç yüz resimden oluşan serisi ile ekspresyonist ressam Emil Nolde’den esinlenildiği su götürmez bir gerçek. Yasaklar çiğnenmek için vardır…
Sembolik anlatımın olduğu, doğa manzarasıyla huzur bulabileceğimiz sistem temalı filmlere örnek bir yapım. İzlerken çok keyif aldığımı itiraf etmeliyim. Aslında o dönemde en fazla etkilenenlerin çocuklar olduğunu göstermesi bakımından önemli bir film. Çünkü bu çocuklar, ölüme vahşete alıştırılıyorlar, onlar için bu olgular sıradanlaşıyor. Filmde kullanılan renk paleti, görselliği dizayn etmesi bakımından doğru bir tercih olmuş. Ev içi sahneler daha koyu ve karanlık; dış çekimler doğa manzaraları ile dolu ve mavinin tonlarında, daha huzur verici renklerde. Çünkü Siggi’nin nefes aldığı yer evinin dışındaki her yer…
Filmde karakterler üzerinden toplumsal hayatın işleyişi, iktidar talebi ve etik hakkında bir mesaj verme gayesi vardır. Parçadan bütüne gidip dönemin konjonktürünü algılayabiliriz. Bir nevi Nazi alegorisi de denebilir bu film için. Almanca Dersi’nin, kısa filmler de dahil festivalde beni etkileyen, en sevdiğim film olduğunu söyleyebilirim.
Festival ile ilgili diğer yazılar:
10. Uluslararası Suç ve Ceza Film Festivali Günlükleri 1: Kısa Filmler
10. Uluslararası Suç ve Ceza Film Festivali Günlükleri 3: Uzun Metraj Film Seçkisi
Yazar: Umut Uçan