SİNEKLERİN TANRISI: Masumiyetin Ardındaki Karanlık Çığlıklar

SİNEKLERİN TANRISI: Masumiyetin Ardındaki Karanlık Çığlıklar

Zor yaşam şartlarında hayatta kalmaya çalışan yavru bir kurdu düşünün. Takdir edersiniz ki insanın içini ısıtan bu sevimlilik ve masumiyet, aslında özünde vahşi ve korkunç bir hayvanın kodlarını barındırır. Masumiyetin bu aldatıcı yüzünü, insanın doğasında da görmek mümkündür.

Eski insanlar, “çocuk ve hayvan rağbete dolanır” der. Bu sözün arkasında müthiş bir tecrübenin yattığını görmek için sadece biraz düşünmek yeterlidir. Zira bu söz hem çocukların ve hayvanların ilgiye olan meylini anlatırken hem de insan ve hayvan arasındaki ince sınırı ortaya koyar. 

Hiç şüphesiz her insan beğenilmek ve takdir görmek ister. Ama bu durum çocuklarda çok daha fazladır. Belki çocuğu vahşi doğasından koparacak, tabiri caizse onu ehlileştirecek şey de bu rağbetin ta kendisidir. Bu ortadan kalktığında ise masum görünen ama doğası gereği vahşileşen bir yaratık ortaya çıkacağına hiç şüphe yoktur. Yeterli ilgiyi görmemiş, şefkatten bihaber bir çocuk, pekala vahşetin çağrısını iliklerine kadar hissedecektir. Neticesinde hayatta kalmak için her şeyi yapan bir “hayvan”dan farksız hale gelecek, hatta belki de hayvandan daha aşağı bir seviyeye inecektir.

İnsanoğlunun Tohumundaki Kötülüğe Yolculuk

Aslında bir öğretmen olan William Golding, 1954’te yayımlanan ilk romanı “Sineklerin Tanrısı” ile unutulmaz bir yazar olacağının sinyallerini vermiştir. Golding, bu ilk romanından yaklaşık 30 yıl sonra ise Nobel Edebiyat Ödülü’nü almayı başaracak, sadece İngiliz edebiyatı için değil dünya edebiyatı için de ne kadar önemli bir yazar olduğunu ispatlayacaktır. 

Başlangıçta defalarca reddedilen ama yayınlandıktan sonra 35 dile çevrilen “Sineklerin Tanrısı”, insanoğlunun tohumunda bulunan kötülüğü mercek altına alırken gözümüzü boyayan masumiyetin arkasındaki vahşi ama doğal fıtratı da gözler önüne seriyor. 

Lupita A. Concio tarafından yönetilen “Alkitrang Dugo” (1975) isimli Filipinlerden çıkan serbest uyarlamayı saymazsak daha önce 1963 yılında Peter Brook ve 1990 yılında Harry Hook tarafından sinemaya uyarlanan “Sineklerin Tanrısı”, şimdi ise ilk kez bir grafik roman olarak karşımıza çıkıyor. Bu grafik romanın arkasındaki isim ise oldukça yetenekli bir sanatçı.

Hakikati Çizgilerle Arayan Bir Sanatçı: Aimee de Jongh

Kitapları 30’dan fazla ülkede yayınlanan bir grafik roman sanatçısı olan Aimee de Jongh, kim bilir belki de damarlarında akan kanın kökeni göçmen bir aileye dayandığı için çalışmalarında tarih, göç ve insan ilişkilerini ele alıyor.

Kariyerinin henüz başlarında aldığı ödüllerle parlak bir yetenek olduğunu ispat eden Aimee, 2014 yılında yayımlanan ilk grafik romanı “The Return of the Honey Buzzard” ile film dünyasının da ilgisini çekmeyi başarmıştı. Stanley Kolk tarafından sinemaya uyarlanan bu grafik roman, Aimee’nin grafik romanlarının çizgi bir dünya yaratmalarına rağmen gerçek dünyaya ne kadar yakın bir evren sunduğunu göstermesi bakımından oldukça önemli.

Daha sonra neredeyse imza attığı her grafik romanı ile ödülleri kucaklayan Aimee, “Days of Sand” grafik romanıyla Eisner Ödülü’ne “Best Digital Comic” (2022) ve “Best Graphic Reprint” (2023) olmak üzere iki dalda aday olmayı da başarmıştı. Konusunu gerçeklerden alan bu grafik romana göz attığımızda, sanatçının konuyu ne kadar iyi araştırdığını ve belgeselci üslubu grafik roman estetiğiyle ne kadar iyi harmanlandığını görüyoruz. Hollandalı sanatçının, senaryosunu Fransız yazar Ingrid Chabbert’in yazdığı “Sixty Years in Winter” ismini verdiği grafik romanıyla Eisner Ödülü’ne bir kez daha aday olmayı başardığını da notlarımızın arasına ekleyelim.

Tarzıyla değilse de gerçeklerin peşinden koşuş biçimiyle Aimee de Jongh; özellikle Filistin gerçeğini gözler önüne seren, eşsiz grafik roman gazeteciliği ürünü olan “Filistin” ve “Gazze’nin Dipnotları” çalışmaları ile tanınan Joe Sacco’yu akla getiriyor. Gerçekten de Aimee, 2017 yılında Midilli’deki mülteci kamplarını ziyaret ettikten sonra grafik roman gazeteciliği -ya da grafik gazetecilik- diyebileceğimiz ilk çalışmalarının akabinde Hollanda’daki Ukraynalı mültecilerin, Ter Apel’deki Hollandalı sığınmacıların ve Kanada’ya göç eden Hollandalıların hayatlarını da çizgilerle ama gazeteci bir üslupla gözler önüne serdi. Şimdi ise bu yetenekli sanatçı belki de kariyerinin en zor işine soyundu ve William Golding’in başyapıtı “Sineklerin Tanrısı”nı grafik romanın kendine has dünyasına uyarladı. 2024 yılında basılan eser, Türkiye’de ise yine aynı yıl Domingo Yayınevi’nin etiketiyle okura sunuldu.

Aynı Cümleler ile Farklı Duygular

Bir grup çocuk, içinde bulundukları uçağın arızalanması sonucu ıssız bir adaya düşüyor. Burası neresi, bilmiyoruz. Takvimler hangi tarihi işaret ediyor, hiçbir fikrimiz yok. Ama dünyanın geri kalanı için de işlerin pek parlak gitmediği ile ilgili bazı ipuçları bize veriliyor. Peki, bu ada nasıl bir yer?

Yemyeşil ağaçlar, masmavi bir deniz ve ıssızlığın getirdiği huzur verici bir atmosfer… Başlangıçta cenneti anımsatan bu ada, daha sonra cehennemi iliklerimize kadar hissedeceğimiz korkunç bir yere dönüşüyor. Yavaş yavaş olan bu dönüşüm, bizi hem beklemediğimiz hamlelerle şaşırtıyor hem de insanoğlunun gerçek yüzünü en çarpıcı şekilde göstererek tüylerimizi ürpertiyor. 

Hiç şüphesiz bu unutulmaz yolculuk, gücünü William Golding’in sade ama etkili cümlelerinden alıyor. Bunun farkında olan çizer, kitabı grafik roman mecrasına uyarlarken cümleleri yeniden yazmak yerine, büyük ustanın cümlelerini kitaptan seçerek birebir almayı tercih ediyor. Aimee de Jongh’un bu tercihi elbette grafik romanın güçlü olan dünyasını daha da güçlendiriyor. Üstelik Alican Saygı Ortanca’nın başarılı çevirisi de bize cümlelerin gücünü en güzel şekilde hissettiriyor.

William Golding’in cümlelerini kullanmak çok zekice bir tercih. Aynı zamanda bu cümleleri seçerken de çizerin ince eleyip sık dokuduğu ortada. Zira çizimler ile cümleler arasında sarsılmaz bir denge söz konusu. Ama tüm cümleleri kitaptan çıkarsak dahi grafik romanın etkisini kaybetmeyeceğini rahatlıkla söyleyebiliriz. Bu anlamda çok başarılı bir uyarlama ortaya koyan Aimee de Jongh, bazı sayfalarda kelimelere hiç ihtiyaç duymadan orijinal kitabın özüne uygun ve etkileyici bir atmosfer yaratmayı beceriyor. Sadece bu sayfalar bile Aimee de Jongh’un resimlerinin gücünü ispatlamaya yetiyor.

Masumiyetin Günbegün Yitirilişi

Grafik romana şöyle bir göz attığınızda bile mekanları oluşturan gerçekçi çizgilerin, karakterlerin masum görünüşlerini daha da artıran “yumuşak” çizgilerle olan zıtlığı göze çarpıyor. Ama bu zıtlık bir yandan da hikayenin yavaş yavaş artan vahşet dokusuyla müthiş bir uyum yakalıyor. Karanlık ve kasvetli bir dünyada, masumiyetlerini günbegün yitiren çocukların değişimi böylece çok daha çarpıcı bir şekilde gözler önüne seriliyor. Tıpkı kitapta olduğu gibi vahşet ima edilmekle yetinilmiyor. Ateşlerin yok edici dansı, mızrakların dehşet verici uçları ve ölümün korkunç yüzü grafik romanın sayfalarının arasından taşarak zihnimizi meşgul etmeyi başarıyor.

Ama tüm bu vahşet senfonisi sürüp giderken Aimee de Jongh, ustaca dokunuşlarla flashbackler için en doğru yerleri tespit ediyor. Böylece tıpkı başkarakterimiz gibi biz de biraz nefes alabiliyoruz. Ama bu flashbackler sadece nefes almamızı sağlamakla kalmıyor, bir yandan da geçmiş hakkında bize verilen bu parçalar sayesinde adadaki olayları daha iyi analiz etmemiz kolaylaşıyor. Flashbacklerin giriş ve çıkışlarındaki geçişler çizerin tasarım, renk ve kompozisyon konusundaki yeteneğini de ortaya koyarak bize adeta sinematik bir deneyim yaşatıyor. 

Eserin renk ve kompozisyon özelliklerine çok kafa yorulduğu, grafik romana geniş bir perspektiften bakıldığında daha iyi anlaşılıyor. Başlangıçta pamuk şekeri kıvamındaki atmosfer, çocuklar adada zaman geçirdikçe yerini daha karanlık, daha iç bunaltıcı ve çoğunlukla rahatsız edici bir atmosfere bırakıyor. Panel kullanımı ve renk paletinde görülen bariz değişiklikler öyle usta bir şekilde yapılıyor ki bu geçişi hiç yadırgamıyoruz.

İşte Bizim Dünya yahut Sineklerin Tanrısı

“Sineklerin Tanrısı”nın grafik roman versiyonu, 345 sayfalık nispeten uzun bir yolculuk sunsa da daha ilk karesinden itibaren sizi avucunun içine alarak sonunu getirmeye mecbur bırakıyor. Görsel anlamda tatmin edici bu yolculuk, bir yandan güzel resimlerin estetik dünyasında keyifli bir deneyim vaat ediyor. Öte yandan da bazen sizi gülümsetiyor, bazen kızdırıyor, bazen endişelendiriyor, bazen iğrendiriyor ama genel olarak insan olmayı, insan olmanın ne demek olduğunu düşündürerek içsel bir yolculuğun kapılarını aralıyor. 

“İşte bizim dünyamız bu!” diyeceğimiz bir hikayenin ortasında kendimizi tüm savunmasızlığımızla bulduğumuz bu eser, sıradan bir uyarlama olmanın ötesine geçmeyi başardığını her karesinde, her sayfasında gösteriyor. Bunu biraz daha iyi anlamak için grafik romanın sonuna bakmak yetiyor. Çizerin ilk skeçlerini, ilk karakter tasarımlarını, ilk sahne gelişimlerini ve ilk konsept çizimlerini bünyesinde barındıran ufak galeri, grafik romanın geçtiği merhaleleri tüm çıplaklığıyla önümüze seriyor. Bu da grafik romanın sunduğu dünyanın etkileyiciliğinin bir tesadüf olmadığını apaçık bir şekilde gösteriyor.

Hasılı BBC tarafından “Dünyamızı Şekillendiren 100 Roman” listesine seçilen William Golding’in “Sineklerin Tanrısı” kitabını çok iyi özümseyen Aimee de Jongh, imza attığı bu grafik roman ile hem çok başarılı bir uyarlama ortaya koyuyor hem de hikayeye yepyeni bir soluk getirerek bizi unutulmaz bir maceraya dahil ediyor. Sadece romanın resimli bir versiyonunu yaratmak istemediğini söyleyen çizer, çizgilerin gücüyle yeni bir dünyada yeni anlamlar yaratmayı başarıyor.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir